Hayvan Bakış Açısı Kuramının Devrimci Anlamları

-Yazının tamamı-

Dr.Steven Best

Tarihsel ve toplumsal dinamiklerin karmaşıklığı ancak çoklu perspektifle uygun şekilde kavranabilir. Bu çoklu perspektifler Marksizm, feminizm, ırk/sömürge sonrası dönem incelemeleri, ve çevreci determinizm gibi eleştirel yaklaşımları kapsıyor. Sınıf, toplumsal cinsiyet, coğrafya ve iklim gibi belirleyicilere ayrıca insan tarihine hayvanların yaptığı etkiyi de eklememiz gerekiyor, ya da insan-hayvan ilişkileri ve karşılıklı etkileşimleri de diyebiliriz- hayvan bakış açısını kullanınca bu daha da netleşiyor.

Eğer tarihe hayvan bakış açısıyla – yani hayvanların insan tarihinde oynadığı yaşamsal öneme sahip role ve insanların hayvanları tahakküm altına almasının sonuçları açısından bakarsak, o zaman psikolojik, toplumsal, tarihsel, ve ekolojik olgular, sorunlar ve krizlerle ilgili yeni ve  son derece değerli öngörüler elde edebiliriz.  Hayvan bakışını birbirimizle ve diğer türlerle, doğayla olan ilişkilerimizi birbirini tamamlamak yerine hiyerarşik bir düzen içinde yapılandıran işlev bozucu iktidar ilişkileri ve baskıcı kültürlerin köklerini, dinamiklerini ve gelişimini daha iyi aydınlatmak için kullanıyorum.

Hayvan bakışı teorisi, doğada ve insan dünyasında insanlarla beraber evrime yardımcı ilişkiler içerisinde biçimlendirmede hayvanların oynadığı yaşamsal öneme sahip o role odaklanır. Hayvanlar insan psikolojisi ve toplumsal hayatını biçimlendirmede kesinlikle olumlu bir rol oynamıştır ama her zaman istekli partnerler olduklarını söyleyemeyiz. Hayvan  bakışı teorisinin ana tezlerinden biri, hayvanların insan psikolojisi, insanın sosyal yaşamı ve  genelde insan tarihini şekillendirdiği ve en derin biçimlerde insanların hayvanların tahakküm altına almasının insanın insanı ve insanın doğayı da hakimiyet altına almasını desteklediği görüşüdür.

Bu yaklaşım insanların hayvanları sömürmesinin sistemli sonuçlarının, kaderlerimizin birbirine bağlı oluşunun, insanların kendilerini tanımlama biçimlerinde, diğer türlerle ve dünyayla olan bağlarını ifadelendirmede devrimci değişimlere duyduğu o derin ihtiyacın da altını  çiziyor. Hayvan incelemeleri denen o akademik alanda faydalı sonuçlar elde edildiyse de sırf teori olsun diye ortaya sürülen bu steril yaklaşımdan memnun değilim, tam tersine bu çalışmaların insanın varoluşunda devrim yaratması muhtemel pratik anlamlar ortaya koyacak yeni tarihler ve teorilerin peşindeyim. “İnsan-hayvan incelemeleri” adındaki büyük oranda apolitik alandan farklı olarak “hayvan bakış açısı”, Marks’ın işçi sınıfınaFrankfurt ekolü eleştirel teorisinin ezilenler ya da acı çeken insanlarla olan ilişkisinden daha fazla “nötr” ya da “objektif” değildir.

Hayvan bakış açısı, etik ve politik anlamda etkin bir bakış açısı olup hayvanların sömürülmesini ve öldürülmesini kınar, hayvanların insan esareti ve tahakkümünün bütün biçimlerinden tamamen  kurtarılması ve özgürleştirilmesini destekler ve savunur; bu ise  kapitalizmde bir devrim yapılmasını, hiyerarşik toplumların ve baskıcı kültürlerin  çözülmesini gerektirir. Hayvan bakış açısı; kapitalizm ve devlet gibi ortak düşmanlara karşı birleşmesi gereken, birbirinden ayrılması imkânsız mücadeleler olarak insan, hayvan ve dünya özgürlüğünü savunan total bir özgürlük politikası için yaşamsal bir öneme sahiptir. Farklı radikal politikaların hiyerarşiden eşitliğe, büyümeden sürdürülebilirliğe, yabancılaşmadan uyuma  ve şiddetten barışa/huzura doğru dönüşecek baskın paradigmaları olumlu bir şekilde dönüştürmeyi hedefleyen ortak mücadele politikasını savunur.

Bu yazı hayvan bakış açısını üç farklı boyutta inceliyor:

(1) baskın kültürlerin ve günümüz küresel, sosyal ve ekolojik krizlerin tarihsel dinamikleri, kökeni ve gelişmesine dair bir bilgi veriyor;

(2) hayvan bakış açısının türcülüğü zayıflatmak, eşitlik argümanları ve özgürleşme etiği geliştirme gücünü ; ayrıca  insan doğasının iyi olduğuna dair sürüp giden efsaneleri geçersiz kılmak amacını taşıyor;

ve (3) türcü pasifizm mantığını ifşa ederken hayvan ve dünyayı savunmak adına  militan doğrudan eylem taktiklerinin geçerliliğini savunuyor.

  1. I.            Hayvan Bakış Açısı Teorisinin Epistemolojisi ve Politikası

Hayvan bakış açısı teorisi bir dizi faktörden etkilenerek bunları cesur yeni yönlere doğru yönlendirir. Öncelikle 19.yy Alman düşünürü Friedrich Nietzsche’nin perspektifçi felsefesini absorbe eder. Nietzsche’ye göre algı ve biliş daima perspektife dayanır. Nietzsche “nesnel” bilgi ve gerçekler olarak ifade edilen şeylere sadece bilim adamlarının ulaştığına inananları da küçümsemiştir. Nietzsche için açıklama diye bir şey yoktur, sadece yorumlar vardır ve bilimin kendisi bir yorumdur,  “hakikat”in kendisi değildir. İnsanlar zaten önceden bir takım sınırlar, önyargılar ve varsayımlarla bezenmiş bir bilgiye ulaşırlar. Bir perspektif bu yüzden bir optiktir, bir görme biçimidir, ve insanın daha fazla perspektifi oldukça o kişinin daha çok görebileceği doğrudur. Sınırlı ve kısmî bir vizyondan uzak durabilmek için Nietzsche’ye göre insanlar bilgi adına bir çok perspektif kullanmayı öğrenmelidir. Genelde bütün olaylara ve hayatın farklı durumlarına karşı tek bir düşünce biçimi edinmeyi yeğleriz; ama gerçeklik tek bir perspektiften algılanamayacak kadar çok kompleks ve çok yönlü bir olgudur. Hayvan bakış açısı teorisi, tarihin belirli bir görüşü yansıtarak yazıldığının- sadece Batı, üst sınıf, ataerkil ve ırkçı bir önyargıyla değil, daha çok türcü bir önyargıyla yani insanların hayvanlardan üstün olduğu ve o sözde rasyonellikleri ile eşi benzerinin bulunmadığı, bütün hayvanların sadece kendi amaçlarına hizmet eden araçlar olduğu görüşüyle yazıldığının -altını çizer.

İkinci olarak; hayvan bakış açısı teorisi, ataerkil tahakkümün ve onun kadınlara ve bir bütün olarak insanlığa olan etkisini aydınlatmak amacıyla geliştirilmiş feminist bakış açısı teorisinin bir uzantısıdır. Nancy Hartstock ve Sandra Harding gibi teoristler ataekil hiyerarşi sistemleri ve onların topluma ve tarihe olan vurucu etkilerini aydınlatmak için feminist bakış açısı teorisi geliştirdi. Bakış açısı teorisinin en temel fikirlerinden biri- ki bu 19.yy düşünürlerinden Hegel’in efendi-köle teorisine dek tarihlenebilir- ezilmiş ve “aşağı” bir sosyal duruştan yola çıkarak; ezilmiş ve insan ya da grup, ezen konumunda bulunanların kısmı konumundan görünemeyecek denli belirsiz ve algılanması zor olan toplumsal gerçekliğin doğasına dair önemli, benzersiz bilgiler elde edebilir.

Bakış açısı teorisi, baskın kültürün “içinde” yer alanlar tarafından ortaya konan taraflı, sınırlı ve kusurlu kavrama-anlama modlarını belirlemek ve toplumsal düzenle  ilgi sorunların altını çizmek için sosyal anlamda marjinal figürlerin bakış açılarından faydalanır. “Ölümün Doğası” adlı eserinde Carolyn Merchant’ın ortaya koyduğu gibi; feminist bakış açısı teorisi, ataerkilliğin yabancılaşmış ve şiddet dolu psikolojisinin “doğanın tecavüze uğraması”nı normalleştirip kadınları ezdiğini, dünyayı ve hayvanları  insan kullanımı ve sömürmesi için varolan cansız kaynaklara dönüştürdüğünü açığa çıkarıyor. Bunun gibi farklı ırktan insanlar, sömürge sonrası ve eleştirel ırk kuramcıları da sömürge egemenliği, kölelik, ırkçı patolojiyi aydınlatabilir; bunların her biri güçlü biçimlerde küresel kapitalizmi yapılandırıp sürdürmeye devam eden kapitalist modernitenin merkezinde yer alıyor.

Üçüncü olarak; hayvan bakış açısı teorisi, tarihi kazananların ve fethedenlerin değil “kaybedenler”in ve fethedilenlerin perspektifinden inceleyen modern solcu geleneğin bir parçasıdır. “Aşağıdan” yazılan tarih; köylülerin, serflerin ve çalışan sınıfların mücadelelerine odaklanan Marksist ve popülist kuramların bir parçasıdır, ayrıca bütün toplumsal dinamikleri sınıf mücadelelerine indirgeyen Marksist anlatı ve klasik tarih (“burjuva”) tarafından mezara gömülmüş olan çeşitli marjinal grupların seslerini yeniden kazanmayı amaçlayan Michel Foucault soy kütüklerini de  motive etmiştir. Hayvan bakışı teorisi anlatılarda radikal değişim sağlar; çünkü hangi grup en uzun süre böylesine ezilmiş, en yoğun ve yaygın biçimlerde sömürülmüştür ki hayvanlardan başka? En güçsüz insanların bile gene de hayvanlar üzerinde kontrolünün olduğu, yoksul ya da ezilmiş neredeyse bütün insanların kendini hayvanlardan üstün kabul ettiği, hayvanlara sahip olmak, onları sömürmek ve  öldürmek için yasal haklarının olduğu koşullarda hayvan bakış açısı mümkün olan bütün teori, tarih, etik ve siyaset içerinde olabilecek en radikal değişimdir. Eğer tarih efendiler ve  köleler arasında bir mücadele ise; insanlar efendidir, hayvanlar ise köle.

Feminist ve ırk bakış açıları modernitenin iktidar patolojilerine dair yaşamsal öneme sahip öngörüler sağlıyorsa, hayvan bakış açısı teorisi tarihi hayvan-insan etkileşimleri perspektifinden yorumlayarak türcülüğün ve hayvan sömürüsünün her biçimde ne türden yıkıcı ve felaket boyutlarında sonuçları olduğunu ve olmaya devam ettiğini gösteriyor.

Marksizm, Çevresel Determinizm ve Eko-Hümanizm

19.yy’ın ortasında Karl Marks tarih yazmaya yeni bir yaklaşım getirdi; odak noktası tanrılardan ve krallardan üretime, ticarete, emeğe ve sınıf çelişkisine kayıyordu. Tarihbilim, tarihin Tanrı ya da düşünceler tarafından belirlendiği o “idealist” görüşe saplanıp kalmışken , Marks; ekonomi, üretim ve sınıf mücadelesinde belirleyici maddi güçleri ortaya koyuyordu. Tarih; üretimin, kaynakların, teknoloji ve sosyal kurumların kontrolü ve bunların kime ait olduğu gerçeği, bir dizi sınıf çelişkisi tarafından belirleniyordu.

Marks tarihsel dinamikleri insanların hayvanlarla ve hayvanların-emek gücü ve üretici bir güç olarak- tarihi keskin bir biçimde biçimlendirmesi anlamında sadece insan özneleriyle sınırlandırması sebebiyle son derece klasik bir bakışa sahipti. Marks gibi “radikal” hümanist tarihçiler dini dışarlayıp “teolojiyi antropolojiye yedirerek” (Ludwig Feuerbach) “bilimsel” bir tarzda tarihi demistifiye ettikleri için kendini kutlarlar. Oysa gerçekte mistifikasyonun odak noktası değişir sadece, ortadan kaldırılmış olmaz; tarihçiler sosyal ilişkileri tarihteki tek önemli nedensel güç olarak görür, bunu çevrenin ve hayvanların oynadığı rolden bağımsız olarak düşünür. Yönetici sınıfın hikâyesi nasıl ezilen sınıflarla olan ilişkisinden ayrı anlaşılamazsa insan tarihi de hayvanlarla, fiziksel çevreyle ortak evrim ilişkilerinden, hayvanların ve doğanın insan toplumundaki güçlü belirleyici etkilerinden ayrı olarak kavranamaz.

İnsan tarihlerinde belirgin bir motivasyon, önyargı ve hedef bulunur: Dini tarihler Tanrı’yı kutsar ve insanları küçük rollere indirgerken hümanist tarihler de “İnsan”ı ilahlaştırır, hayvanları aptal ve sadece insanlar için var olan kaynaklar konumuna ve kendi kendilerine hiçbir değerleri olmayan aşağı varlıklar konumuna indirger. Çoğu kez insan evriminin bir hayvan evrimi olarak başladığı gerçeği  tamamen göz ardı edilir, sosyal mirasımızın uzun bir biyolojik miras olduğu ve insan doğasının öncelikle bir hayvan doğası olduğu görmezden gelinir. İnsanlarla ilgili niteliklerin, zekânın, sosyalliğin vb.nin her birisi hayvanlardan mirastır, ve bu yüzden bizler  derece anlamında farklı olup  tür anlamında farklı değilizdir.

Marks, Darwin’in evrim teorisinden etkilenerek felsefi bir natüralizm geliştirdiyse bile insanın benzersizliğini abartarak hayvanları içgüdülerine göre yaşayan  ve düşünceleri olmayan kaba canlılara olarak basitleştirdi, oysa insanın emeği hem zekâ hem de hayal gücünün ürünüydü. Marks toplumsal evrimin biyolojik evrimden ürediğinin altını çizer ama hayvanlarla ilgili mekanist bakış açısı sonucunda, organik birlik ve gelişimsel sürekliliği ortaya koyan diyalektik model ortadan kalkarak yerini akıl sahibi olmayan vahşi hayvanlarla akıl sahibi insanlık arasında keskin bir kopmaya dayalı düalistik modele bırakmıştır. Hayvanlar insan yaratıcılığının pasif piyonlarına  indirgenir;  farklı derecelerde kompleksite, öznellik ve “zekâ” sahibi aktif özneler olup, insan tarihi, kültürü ve kimliğini ortaklaşa inşacıları ve katılımcıları olmak yerine insan egemenliğinin nesneleri olarak görülürler.

En azından 1960’lardan beri feministler, Siyahlar, Yerliler ve diğerleri, Avrupamerkezli tarihlerin ve teorilerin, tarihyazımının hatalarını ifşa etmeye başladılar ama kökten türcü ve insanmerkezci ideolojilerin tarihi nasıl yanlış yorumladığını hem  insan hem de hayvanları evrim kontinyumundaki kırılma nedeniyle çok büyük bir oranda nasıl yanlış anladığını anlamaya dair çok az analiz yapıldı. Baskın mekanistik ve düalistik paradigma, hayvan ve  insan evrimi arasında bir köprü kurmak yerine bir uçurum yarattı. Hayvanlarla ilgili mekanist model hayvanların aktif özneler olduğu anlayışını bloke ederken hayvanların tarım toplumlarının berabere evrim geçirme sürecinde oynadığı yaşamsal rolle ilgili öngörüler elde edilmesini engellemiş oldu.

19.yüzyıldan itibaren coğrafyacılar “çevresel determinizm” teorileri geliştirmeye başladı, bu teoriler  tarihin yalnızca insan insana etkileşimler sonucunda yapılandırıldığını söyleyen hümanist görüşleri reddeder. Son derece mütevazı ve yıkıcı bir tavırla çevresel deterministler coğrafyanın, fiziksel bölgelerin, iklimin ve diğer doğal güçlerin  bipedal evrimden (iki ayak üzerinde yürüme- ilk atalarımızdan beri) insan toplumlarının organize edilmesine, insan toplumları arasındaki iktidar yapılarının inşasına ve farklı kültürel formasyonlardan psikolojik mizaçlara kadar bir çok olgunun var olmasında güçlü, çoğunlukla kesin, koşullandırıcı ve belirli bir rol oynadığını özellikle belirttiler.

Bir kez antropoloji, tarih yazımı, sosyoloji ve  psikolojiyle tanıştıktan sonra odak noktası insanın sosyal değişimlerin ana motor gücü olduğu şeklindeki görüşten doğal çevrenin, coğrafyanın ve  iklimin toplumların ve  kültürlerin doğuşu ve gelişmesindeki rolüne kaymaya başladı. Doğal çevre ne kadar belirleyici olsa da determinizm fazla güçlü bir sözcük, çünkü kendi dünyalarının biçimlenmesinde tek belirleyici rolü insanların oynamamış olması kadar hiçbir rol oynamadıklarını söylemek ve insanlar sadece doğanın iş başında olduğu bir ortamda pasif güçler olarak görmek de aynı derecede yanlış, aynen hayvanları maruz bıraktığımız mekanist indirgemede gördüğümüz gibi. Gerçekte ise  doğal güçler tarafından biçimlendirilen insanların aynı şekilde doğaya şekil verdiği diyalektik bir etkileşim söz konusu.

Sadece  insanların insan eylemlerine biçim verdiğini söyleyen insanmerkezci küçümseme ve  sosyal dinamiklerin bir Tanrı’nın ya da ilahi bir gücün etkileri olduğunu ileri süren teosentrik-tanrı merkezli dogmanın karşısında büyük bir ilerleme olsa da çevreci deterministler hayvanların doğal ve sosyal dünyaları biçimlendirmesindeki önemini hafife alır. Hümanistler gibi çevre teorisyenleri de sıklıkla hayvan özneliği, kültürü ve etkisini hayvanları “doğal tarih”in bir parçasına indirgeyerek ya da onları doğanın arkaplanının hareketli parçaları olarak sanki cansız nesneler gibi  maddeleştirirler. Eko-anarşist ve sosyal ekolog Murray Bookchin örneğin  hayvanları “sosyal dünyanın” “ikinci dünyası”na değil,  “doğa”nın “ilk doğası”na dahil eder, ve böyle yaparak düşünce, dil, kültür, seçim ve yaratıcılık kapasitelerini yalnızca insana ait kabul eder. Bookchin  evrimsel süreç boyunca  ortaya çıkan “kademeli öznellik kontinyumu”na vurgu yapar, bu süreci içinde birinci ve ikinci doğanın yer aldığı iki ayrık ve statik kutuya ayırır. Bu durum hayvanların psikolojik, entelektüel, sosyal ve ahlâki karmaşıklıklarını yanlışlar ve hayvanların sadece değiştirilip biçimlendirilmekle kalmayıp içinde bulundukları çevreleri nasıl değiştirip biçimlendirebileceğini kavrama konusunda başarısız olur.

Amerika’nın güneybatısında yaşayan kurt gibi büyük yırtıcı hayvanlardan Brezilya’daki gübre böceklerine ve dünyanın her yerindeki polen taşıyıcılara kadar hayvanlar ekolojik çeşitlilik ve dengede kritik roller oynar. Kurtlar  hayvan nüfuslarını kontrol eder, nehir ve akarsu yakınlarında aşırı otlamayı engeller, toplayıcılar için yiyecek sağlar , avlarının gelecek kuşaklarının daha fit olmasını mümkün kılar ve bunu zayıf olanlarla beslenerek yapar. Gübre böcekleri ormanlar boyunca taşıdıkları hayvan gübresine tohumlarını bırakır; arı ve kelebek gibi polen taşıyıcılar ise üçte biri insanın beslenmesinde  en ön sırada olan bitkilere filiz verir. Sosyal ekologlar ve çevreciler genel olarak fabrika çiftçiliği, tarım ticareti ve gıda amaçlı hayvan sömürüsünün  biyoçeşitliliği, sürdürülebilirliği ve gezegende dengeyi tehdit eden en ciddi çevre sorunlarının –su kirliliği, okyanusların yok edilmesi, yağmur ormanları ve yaşam alanlarının kırımı, çölleşme, kaynak kıtlığı ve iklim değişikliği gibi-en temel sebebi ya da bu sorunlara en büyük negatif etkiyi yapan katkı olduğunu  söylemeyi bile beceremiyor.

Antropoloji, sosyoloji, literatür çalışmaları ya da felsefe  olsun  insani bilimlerin hepsi,hayvanları biyoloji ve genetik tarafından belirlenen, öznellikten yoksun, bir kültürleri bulunmayan pasif nesneler olarak görüyor. Bu bilimler hayvanları bir kaynak, bir meta ve  insan düşüncesi ve eylemi için bir “hammadde”, meselâ bir totem, bir imtiyaz nesnesi, bir kurban veya bir yiyecek olarak görüyor. Bu bilimler yalnızca insanların bilinçli, kendine hâkim, amaç taşıyan özneler olduğunu varsaydı, bu arada hayvanlar insan eyleminin bir arkaplanı haline  indirgendi. Hayvanlar insan deneyiminin temsillerinden sistemli olarak silindiler, bilinçli olarak görmezden gelindiler. Ancak hayvanların bir nesne, biyolojik makineler, doğanın belirsiz parçaları olarak nesneleştirilmesi de  felsefede, sosyolojide, tarih, edebiyat eleştirisi, bilim, hukuk ve diğer disiplinlerde yaşamsal bir paradigma kayması yaşanırken dramatik bir biçimde değişime uğruyor. Son senelerde farklı disiplinlerden kuramcılar insan tarihinde hayvanların yokluğuna odaklanmaya ve hayvanların tarih, deneyim ve kimliklerin biçimlendirilmesinde oynadığı rolü analiz etmeye başladı. Erica Fudge şöyle yazıyor: “bu yeni bakış, boş sayfalara hayvanların insanların aktif ve düşünce dolu yaşamlarındaki pasif, düşünmeyen varlıklar olduğunu yazan insanlardan ve  hayvanlara yönelik  insan düşünce ve tavırlarına odaklanan eski bir tarih biçimden bir kopuştur.” Hayvanları insan yaşamı ve insan tarihine katan bu yeni perspektif “insanların boş sayfalara kendi algılarını yazdığı o eski tarih algısından farklıdır… Bu tarih, hepimizi hayvanların ve insanların artık ayrı ülkelerde varolmadığ gerçeğine; doğanın ve  kültürün kesiştiği, geçmişi yalnızca  insanların değil hayvanların da biçimlendirdiğini idrak etmeye çağıran bir tarih”tir.

Tarih insanların tek taraflı olarak kendi iradelerini hayvanlara empoze ettiği, onları biçimlendirip karşılığında hiçbir şekilde değişime uğramadığı basit bir dram değildir; hayvanların sadece doğayı biçimlendirmekle kalmayıp insan toplumları üzerinde de güçlü ve kesin etkilerinin olduğu bir tarihtir. Özne olmak inkârının bir kısmı, direniş ve isyanın, hayvan iradesinin, seçimlerinin, ve özgürlük arzusunun yok edilmesinden kaynaklı. Foucault’nun   iktidar olan her yerde direnişin olduğu şeklindeki mütalaası insanlar kadar hayvanlara da uygulanabilir, Aristo’nun yalnızca insanların politik hayvanlar olduğunu ileri süren dogmasına ve Kropotkin’in baskıya karşı direnişin insanları diğer hayvanlardan ayıran tamamen  insana özgü bir nitelik olduğunu söylemesine rağmen  hem de. Jason Hribal şöyle söylüyor, “Hayvanlar “doğal bir biçimde “ özel mülke dönüşmezler, insanların emeklerini “doğal bir şekilde satmaya başlamaması gibi. Tam tersine burada aktif bir tarih söz konusudur- bir mülksüzleştirme, sömürü ve direniş tarihi.” Bu yüzden medya insan direnişine rutin olarak direnen ve istismarcı eğitimcilerine ve bakıcılarına saldıran/öldüren katil balinalar, aslanlar, filler ve diğer hayvanlarla ilgili haberlerle dolup taşıyor. İtaat etmemenin dayak, az yiyecek ya da hücre hapsi gibi cezalara sebep olacağını bilmelerine rağmen esir hayvanlar gene de isyan ediyor. Bu hayvanlar kurallara uymuyor, performans sergilemeyi reddediyor, talep ve ihtiyaçlarını bastırıyor, kafeslerini kırıyor ve işkencecilerine ve onların paralı maşalarına, hizmetçilerine  işbirlikçilerine saldırıyorlar.

Türcülük ve Hiyerarşinin Doğuşu

Hayvan bakış açısı,  insanlar ve hayvanlar arasındaki dinamik, sembiyotik karşılıklı etkileşimler aracılığıyla toplumların köklerini ve bu toplumların gelişimini inceler; bu sebeple tarihi insanın bir özne oluşunu var olan bütün şeyler arasında kendine özgü tek varlık olarak cisimleştiren evrimci bir konumdan yorumlamaz, ayrıca Promete türünün otonom eylemleri olarak da yorumlamaz; tam tersine, hayvanları insan tarihinin olmazsa olmaz bir parçası ve kendi içinde ahlâk özneleri ve otonom özneler olarak gören ortaklaşa evrim optiği aracılığıyla yorumlar. İnsanların hayvanlarla barışçıl ve hürmet barındıran bir ilişki sürdürüp sürdürmediği ya da şiddete ve sömürüye meyilli bir tür olup olup olmadığımız konusuna gelirsek, hangisi olursa olsun bunun insan psikolojisi, toplumsal formasyon ve değişime, ayrıca doğal çevreye net bir etkisi olmuştur.

Hayvanlar başlangıçtan itibaren insan serüveninin bir parçası oldu. Hayvanlar kadim hominid atalarımızın artık uyanışa geçen zihinlerine uyarıcı etkilerde bulundu; toplumsal yaşamı organize etmek için bir model, bir imge ve bir metafor görevi gördüler; hem tanrı hem de rehber ruhlardı hayvanlar;  gökleri aydınlatan yıldızlardı; canlı evrenin bizimle beraber ortak sakinleriydiler; kaynaktılar, giysiydiler, yiyecektiler; toplumlarımıza karıştılar, evcilleştirildiler, ve bu şekilde yaşamı çoğaltarak bizimle ortaklaşa evrim geçirdiler. Ama ne yazık ki hayvanlarla sömürücü, türcü ilişkilerimiz on bin yıldan fazladır sürüyor, şu anda bütün yaşamları ve gezegeni tehdit eden krizleri biçimlendiren şey de bu; bu yüzden  tarihimizi ve  psişelerimizi tarım toplumu ve hayvanların evcilleştirilmesiyle başlayarak yaralayan, diğer hayvanlarla kurduğumuz çoğu kez şiddet dolu, yabancılaşmış, yıkıcı ve hiyerarşik ilişkilere odaklanacağım.

Büyük ölçekli avlanmalar, türcülük, hayvanların evcilleştirilmesi, at ve büyük baş hayvanların savaş gibi sosyal dinamiklerde tarihin biçimlendirilmesinde oynadığı roller olmasaydı insan toplumunun evrim geçireceğini düşünmek zor. Belki de insan tarihindeki en keskin devrim, avcı toplayıcı topluluklardan tarım toplumuna geçiştir. Bulabildikleri her yerde yiyecek almaya dayanan göçebe bir hayat tarzının yerine insanlar bitki yetiştirmek ( çiftçilik) ve hayvan beslemeye (hayvancılık) ve böylece bir yere yerleşerek bir çok vahşi hayvan türünü evcilleştirmeye başladı. Hayvanların  “evcilleştirilmesi” bir esaret, hadım etme, üremeye zorlama, zincirleme, dağlama, kulak keserek numaralandırma, sömürme ve öldürme rejimi yerine kullanılan bir örtbas etme ifadesidir. Adı sayılan eylemlerin her biri hayvanların istemediği, katlanmak zorunda kaldığı, insanların empoze ettiği zulümlerdir. Hayvanları fethetmek, köleleştirmek, kendi mülkleri ilân etmek; gıda olmaları, giyecek olmaları, emek güçleri için, ulaşım ve savaşta kullanmak için hayvancılıkla uğraşanlar kafesler, zincirler, kırbaçlar, elektrikli değnekler ve dağlama demirleri gibi teknolojiler geliştirdi.

Jim Mason’a göre; çiftçilik ‘bereketli hilâl’ gibi bir çok farklı bölgede ortaya çıktı;  ama Orta Doğu’da genişlemeci ve hakimiyetçi yaşam tarzıyla, aynı anda büyükbaş hayvanların, atların, keçilerin ve koyunların evcilleştirilmesine dayanan yaşam tarzıyla Mısır, Maya, İnka, Aztek, Çin ve Hindistan’dan ayrılıyordu. Hayvanlar ve bitkilerin evcilleştirilme sürecinde tarımla geçinen toplumlar ve hayvancılıkla uğraşan kültürler yaratılırken bir dizi dramatik değişim toplumlarda ve dünya görüşlerinde devrimler meydana getirdi; insanların birbiriyle, diğer türlerle ve doğayla olan ilişkilerini tamamen değiştirdi. Tarım toplumlarının ortaya çıktığı her yerde yiyecek fazlası oluştu, nüfus arttı, topraklar genişledi, büyük ölçekli savaşlar yaşandı; ataerkillik, devlet, bürokrasi ve sınıf gibi her biri hayvan sömürüsü ve türcülüğün kanlı topraklarında  görülen  ilk toplumsal hiyerarşiler  ortaya çıktı. Toplumlar sosyal tabakalara ayrıştıkça, politik güç olarak merkeziyetçilik öne çıktı, ekonomik anlamda kompleks bir hâl aldı, teknolojik olarak yenilendi ve bu süreç içerisinde insanlar kendilerini doğadan ayrı, bağımsız ve  diğer hayvanlardan üstün görmeye başladı. Gerçekten de “insan”ın doğasını “hayvan”ın tam zıddına yerleştirdiler, bunu insanın “rasyonel bir özü” olduğu, hayvanlarınsa ”düşünme becerisinden, psikolojik/sosyal kompleksitelerden mahrum yaratıklar” olduğu iddiasına dayandırdılar.

Avlanma ve hayvancılığın doğrudan bir sonucu olarak insanlar baskıcı bir dünya görüşü edindi, hayvanların baskı altına alınması ve öldürülmesi böylece diğer insanların ezilmesi, sömürülmesi ve  öldürülmesinin yolunu açtı. Kadınlara cinsel anlamda boyun eğdirilmesi ancak hayvanların evcilleştirilmesinden sonra mümkün oldu. Erkekler kadınların üreme kapasitesini kontrol etmeye başladı, baskıcı cinsel normlar dayatıldı, kadınlar aşağı bir konuma indirgendi, bütün bunların sonucu olarak ataerkil tanrılar ve kültürler yaratılmış oldu. Tarımı başlatan ilk bölge olan Orta Doğu’da kölelik başladı. Aslında kölelik hayvanları evcilleştirme pratiklerinin bir uzantısı olarak gelişti. Sümer gibi bölgelerde  kölelere hayvan sürüleri gibi davranıldı, erkekler hadım edildi, kadınlarla beraber çalışmaya zorlandı. Modern uluslararası  köle ticaretinde kullanılan kırbaç, zincir, dağlama demiri, elektrikli değnek gibi gaddarlık içeren kontrol ve esaret teknolojileri öncelikle hayvanlar üzerinde mükemmelleştirildi.

Jeremy Rifkin’in söylediği gibi; büyükbaş hayvanlar baskıcı kültürlerin ortaya çıkmasında net bir role sahiptir. Sabanla toprak sürme ve tarımcılık sayesinde büyükbaş hayvanların sömürüsü insan uygarlığının gerçekleşmesini sağladı; Rifkin’e göre Batı uygarlığı ineklerin ve boğaların sırtında yükseldi, bu hayvanların güçlü ve büyük bedenleri yiyecek, giysi ve emek gücü için sömürüldü. Rifkin’e göre MÖ 4400’de Kurganlılar, Güney ve Doğu Avrupa’ya büyükbaş hayvan sürüleri götürüyor ve küçük, barışçıl Neolitik köy topluluklarını toynaklı ordularla ve şiddete başvurarak kendilerine boyun eğdiriyordu. Böylece dünya tarihinde ilk göçmen büyükbaş hayvan imparatorluğu ortaya çıktı, aynı zamanda Avrupa’daki barışçıl çiftçi kültürlerine de son verildi. Onların kültürü büyükbaş hayvanlara dayanıyordu, Kurganlar daha hareketli ve dinamiktiler. Tarım toplumundan farklı olarak toprakla ilgileri yoktu, toprakla aralarında kutsal bir bağ bulunmuyordu; onların kimliği harekete, sömürüye, silahlara, büyükbaş hayvanlara ve yer değiştirmeye dayanıyordu; bağımsızlığı, militarizmi, açgözlülüğü ve kendilerine faydası olacak şeyleri kullanmayı kendileri için önemli görüyorlardı. Avrupa’yı büyük ölçekli hayvancılıkla, askeri teknolojiyle, hız ve yer değiştirmenin önemiyle tanıştıranlar, işte bu insanlardı.

Bunun gibi, “Tüfekler, Mikroplar ve Çelik “ adlı kitabında Jared Diamond güçleri ve hızları kendilerini kumanda eden ordulara önceden görülmemiş avantajlar sağlayan atların yaşamsal rolünden söz eder; atlar “Ukrayna’dan gelen Hint-Avrupa dillerini konuşanların batıya doğru açılmasının ardındaki temel askeri sebep olabilir”. Atlar ayrıca “yalnızca küçük maceracılar olan Cartes ve Pizarro’nun Aztek ve İnka imparatorluklarını yıkmasını sağladı”; böylece Avrupa’nın, savaş meydanında, küresel bir sömürgeci ve kapitalizm gücü olarak hakimiyetini kurmasına yardımcı oldu.

Ama Diamond  için at, bazı kültürlere diğerlerine kıyasla daha fazla avantaj sağlayan herhangi bir hayvan değil, bitki ve hayvanların evcilleştirilme modu aracılığıyla ortaya çıkan kaynakların bir toplamıdır. Evcil hayvanlar ve bitkilerin insanlar için ele geçirilebilir olması imparatorlukların, okuryazarlığın ve çelik silahların ilk olarak neden Avrasya’da ve sonra belki diğer kıtalarda geliştiğini açıklıyor. Avrasya üstün kültür ya da zekâ sebebiyle değil, evcil bitki ve hayvanların insanlar açısından ulaşılabilirliği ve küresel anlamda raslantısal konumu nedeniyle bir güç merkezine dönüştü. Farklı kıtalarından halkların çiftçi olup olmadığı ve hayvancılıkla uğraşıp uğraşmadığı ya da bunun ne zaman olduğu sorusu bu insanların birbiriyle çelişen kaderlerini açıklayamıyor. Jared Diamond, “ bu bölgelerdeki insan toplulukları gıda üretiminde yarışa zaten önde başlıyordu; böylece  silah, çelik ve mikroplara doğru en önde gidenler de onlardı. Bunun sonucu tarihte sahip olanlar ve sahip olmayanlar arasındaki  yaşanan uzun çarpışmalardır” diyor. Dahası, insanların hayvanların evcilleştirilmesi sürecinde yakalandığı hastalıkları çiftçiler, hayvancılıkla uğraşanlar ve sömürgeciler diğer kıtalara yaymaya başladıkça bu hastalıklar tarihte itici bir güç haline geldi. Gerçekten de  her yeri fethetmeye gelen Avrupalıların çoğunu  öldüren şey silahlar ve çelik değil, evcil hayvanlardan geçen mikroplardı, ve bu durum tarihte çok önemli bir faktöre dönüştü.

Türcülük, hiyerarşik hakimiyet ve bir dizi kontrol teknolojisi/taktiği için bir prototip oluşturdu. İnsanlar kendi “doğa”larını, “özlerini” ve kimliklerini “rasyonel canlılar” olarak tanımlarken bunu “irrasyonel” canlılar olarak gördükleri hayvanların tam karşısına yerleştirerek yaptılar, hayvanlar yalnızca insanları için kullanılan “eşi benzeri bulunmayan, ayrı ve özel niteliklere sahip” gibi değerlerin hiç birisine sahip değildi. İnsanlar akıl sahibi olmayı, yaşamı ve doğayı kendi amaçları ve arzularının tatmini için var olan basit araçlar olarak görmelerine neden olacak bir ikram ve kendilerine has bir özellik olarak yüceltti. Hayvanlar farklılık ölçüsü ve insanın “rasyonel özü”nün “irrasyonel” niteliği haline gelince; derileri kara, farklı, egzotik halkları yaratık, vahşi, akıl sahibi olmayan ve bu sebeple insan olmayan ya da alt- insan tabakasına ait hayvanlar olarak görmek için fazla bir şey yapılması gerekmedi. Hayvanları insan toplumundan dışlamak  için kullanılan aynı kriter siyahları, kadınları, “delileri”, engellileri ve daha bir çok grubu toplum dışına itmek için kullanıldı. İnsanın insan üzerindeki egemenliği ve bunun kölelik, savaş ve soykırım aracılığıyla hayata geçirilmesi tipik olarak öncelikle kurbanların aşağı ya da alt-insan canlılar olarak- “vahşiler”, “ilkeller”, ve “hayvanlar” olarak, insan doğasının-akıl sahibi olmanın- özüne sahip olmayan yaratıklar olarak aşağılanmasıyla başlar.

İnsanlık çemberinden dışlanma söylemi, mantığı ve metodları insanın hayvanları hakimiyeti altına almasının sonucunda elde edilmiştir; çünkü türcülük  rasyonalist, ataerkil modele uymayan çeşitli insan tipleri ve gruplarının tahakküm altına alınması ve katledilmesini hem desteklemiş, hem sürdürmüş hem de meşrulaştırmıştır. “Üstün tür olarak hakimiyetin en tepe noktasına yükselişimizin tarihi boyunca hayvanları kendimize kurban etmemiz birbirimizi kurban etmemiz için hem bir model oldu hem de bunu yapabilmemizin temelini oluşturdu. İnsan tarihinin incelenmesi bu yapıyı ortaya koyuyor: öncelikle, insanlar hayvanları sömürür ve  katleder; ardından diğer insanlar hayvanmış gibi davranır ve aynısını onlara da yapar.” Fatihlerin Avrupalı emperyalistler ya da Amerikalı sömürgeciler ya da Alman Nazileri olup olmamasından öte, Batılı saldırganlar kılıç oyunundan önce mutlaka kelime oyunları yapıyor ve böylece  kurbanlarını  – Afrikalıları, Amerikan Yerlilerini, Filipinlileri, Japonları, Vietnamlıları, Iraklıları ve diğer  kadersizleri – “sıçanlar”, “domuzlar”, “maymunlar”, “yaratıklar”, “aşağılık hayvanlar”, “hamamböcekleri”, “köpekler” gibi ifadelerle aşağılıyor ve küçük düşürüyorlar. Bir kez vahşi hayvan ya da alt-insan olarak görülüp beyaz Batılılardan daha aşağı bir evrim aşamasından geçtiğine inanıldıktan sonra baskı altına alınan bu insanlara uygun şekilde davranıldı; bir kez hayvan olarak nitelendirildikten sonra artık hayvan gibi avlanabilirlerdi.

Ahlâk toplumundan dışlanan ilk sürgünler olan hayvanlar ezenlerin ezilenlerden kurtulması  için uygun bir ahlâk çöplüğüne dönüştü. Buradaki bağlar oldukça net: “hayvan sömürüsü ve katliamı üzerine inşa edilmiş bir uygarlık için, insan kurbanlar daha “aşağı”dan gelip daha çok küçümsendiği sürece onları öldürmek daha kolay bir hâl alır”. Bu yüzden Avrupa sömürgeciliği, insan üstünlüğü iddiasının bir uzantısı ve koludur. İnsanların kendi üstün zekâları ve teknolojileri ile hayvanları boyunduruk altına alması gibi, bir çok Avrupalı, beyaz ırkın “aşağı ırkları” Batı’nın buyruğuna boyun eğdirerek üstünlüğünü kanıtladığına inandı. Uluslararası köle ticareti vahşi türlerin evcilleştirilmesiyle ortaya çıkan hayvan hakimiyetinin teknolojilerine çok şey borçludur: kafesler, zincirler, açık artırmalar, dağlamalar. Ve dahası; hayvan üreticiliği ve ırkçı soyarıtımı ile türcülük, ırkçılık ve anti-semitizm arasında, öncelikle modern mezbahalarda başlayan işbölümü ve endüstriyel teknolojiler ile Nazi toplama kamplarında kitlesel insan katliamları arasında hem doğrudan hem de son derece derin bağlantılar bulunuyor. Theodor Adorno’nun söylediği gibi, “ Auschwitz insanlar bir mezbahaya bakıp da “onlar yalnızca hayvan” dediğinde başlar”.

Hayvan Bakış Açısı, Etik, Adalet ve İnsan Doğası

Etik anlamda,  hayvan bakışı; adalet kurallarının belirlenmesi, bir toplumun veya bireyin moral karakterinin tam anlamıyla değerlendirilebilmesi ve  Homo sapiens’inşiddet dolu, agresif, hiyerarşik ve baskıcı eğilimleri olan bir tür olduğunun altını çizen eleştirel bir perspektif kazanılması anlamında bir çok değer üretiyor ve bunun bir çok sonuçları bulunuyor.

Çoğu zaman insanların kendilerini “iyi” görmek ve insan türünü evrim geçirmiş ve moral bir tür olarak yüceltmek gibi bir takıntısı var, insanların kendini kandırma yönündeki sonsuz kapasitesi ve derinden yanlış ve rahatsız hayvanlar olduğunu kanıtlayan kanıtlara rağmen. İnsanların birbirini hangi sıklıkla işkenceye maruz bırakıp aşağıladığı ve öldürdüğü açısından bakıp insan doğasını değerlendirmek olayın bir yönü, ama hayvan bakış açısından bakınca karşımıza çıkan insanlık manzarası çok çok daha karanlık. Açıkça görülüyor ki hayvanlar insan dilini kullanarak bizimle ilgili düşüncelerini ifade edemiyorlar ama eminim ki haklı öfkeleri ve nefret dolu patlamaları karşısında betimiz benzimiz atardı. Anglikan rahibi, İngiliz yazar, profesör William Ralph Inge’ın şu sözlerini bir düşünün: “ hayvanlar aleminin geri kalanını köleleştirdik ve kürklü ve tüylü kuzenlerimize öylesine kötü davrandık ki hiç şüphesiz eğer bir dinleri olabilseydi hayvanlar Şeytan’ı insan biçiminde hayal ederdi”. Ya da 1972 yılında çıkan kitabında Isaac Bolshevism Singer’ın yazdığı şu sözleri bir düşünün:” hayvanlara davranışları söz konusu olduğunda,  bütün insanlar bir Nazi’ydi.” 19.yüzyıl düşünürü Arthur Schopenhauer’in söylediği gibi”, hayvanlara merhamet etmek, insanın karakterinin iyiliğiyle ilgidir ve hayvanlara karşı zalim olanın iyibir insan olamayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz”.

Yakıcı aforizmalardan kitap eleştirilerine geçersek, Mary Shelley’nin klasiği Frankestein insanlığa dair güçlü bir eleştiri olduğunu söyleyebiliriz. Eser; hümanist kendini beğenmişliğin, iktidara yönelik bilimsel arzunun ve kontrolden çıkmış bir teknolojinin itham edilişidir. Shelley’nin klasiği ayrıca  ne  insan ne de hayvan olan bir yaratığın perspektifinden insanlığa yönelik son derece çarpıcı  ve keskin bir eleştiridir. “Canavar” figürüyle Shelley doğal ve yapay; kişiler ve nesneler; doğurulanlar ve yapılanlar arasındaki çizgiyi bozar, yaratığı insan yaratıcısından ve bir bütün olarak insanlıktan hem fiziksel hem de mental anlamda üstün olarak sunar. Dr.Frankestein Dr. Faust’u alegorize ederken çeşitli parçaların toplamından oluşan yaratığı Rousseau’nun “doğal insan”ının bir emsalidir neredeyse. Masum ve kötülük nedir bilmeden doğan yaratık bir dizi insan zulmüne katlanır ve bunun sonunda insanlıktan nefret etmeye başlar, ve şiddete başvurur. Ama okuduğu bir tarih kitabında insanların sistemli şiddeti, savaş, soykırım ve bütün insanlık tarihi boyunca yaşanan yıkımı öğrenince Homo sapiens’i çok daha bilgi dolu bir biçimde küçümser ve dehşete kapılır.

“Ishmael” adlı romanında Daniel Quinn, hayvan bakış açısını temel anlatı aracı haline getirir. Quinn insanlığın ideolojik ve yapısal hatalarını, sirkteki bir gorille ona rastlayan bir adam arasındaki Sokrat tarzı bir diyalogla dramatize eder. Adam, kendisiyle mükemmel bir İngilizceyle telepatik olarak konuşabilen goril karşısında ilk şokunu atlattıktan sonra onunla ağır bir tartışmaya girer; tartışmayı goril yürütmektedir, ve tartışma iki temel varoluş modu arasındaki kritik zıtlık üzerinde yoğunlaşmaktadır. Avcılık ve toplayıcı topluluklar  sürdürülebilir “ayrık” kültürlerdir, tarım toplumları ise büyüme hedefli “alıcı” kültürlerdir, bunlar sürdürülemez varoluş modları edinir, kendileri ve etraflarındaki yaşam biçimleriyle uyumsuzluk içinde yaşar, bütün hayatın ve nesnelerin bir araç olarak kendilerine hizmet ettiğini düşündükleri türden bir amaç olarak kendilerini yüksek görürler. Tabii ironiyle, goril on bin yıl boyunca diğer hayvanları esir edip sömürdükten sonra aslında gerçek “esir”lerin insan türü olduğunun altını çizer, çünkü tarım toplumlarının hiyerarşik yapısı insanların incelemeyi ve değiştirmeyi başaramadığı felaket boyutlarında toplumlar ve ideolojiler üretmeye devam etmiştir. Shelley’nin hikâyesindeki yaratık gibi, Quinn’in öyküsündeki goril de hayvan bakış açısı aracılığıyla “uygarlık” üstüne önemli bir eleştirel perspektif sağlar, bu perspektifte  düşünen ve  konuşan yaşam formları insan varoluşunun temelden hatalı, kesinlikle işlevsiz; akılcı ve bilgelik dolu olmak yerine barbar ve artık çıldırmış bir şeye dönüştüğünü söylerek yıkıcı eleştirilerde bulunur.

Bazı filmler hayvan bakış açısının sonuçlarını dramatik bir biçimde ortaya koyar. Hiç şüphesiz 50 seneden fazladır insan türcülüğüne yönelik en güçlü eleştiriler  “Maymunlar Cehennemi” filmi serisinden geliyor. “Maymunlar Cehennemi”, efendi-köle ilişkilerinin ters yüz edilmesine dayanır, insanlar üstün bir kuyruksuz maymun türü tarafından ezilmektedir. Bu sefer kötü, iğrenç kokulu, cahil ve zekâsı ancak davranışları taklit etmeye dayanan ve nihayetinde esir edilen, avlanan, eğlence değeri ve bilimsel araştırmalar için sömürülenler kuyruksuz maymunlar değil, insanlardır. “Maymunlar Cehennemi” filmlerinin politik bilinçdışının derinlerine gömülen duygu ise insan türünün soykırımcı ve ekokırımcı kurumları ve kafa yapıları nedeniyle hissedilen suçluluk hissidir.

“Maymunlar Cehennemi” filmlerinin tamamında insanların kendinden nefret ettiğini gösteren anlar vardır, mesela insanların şiddet dolu doğasından şikayette bulunan, daha iyi bir tür bulmak adına uzay keşif grubuna katılan ve “en iyi insan ölü insandır” gibi cümleler söyleyen Charles Heston karakterinde bunu açık açık görüyoruz. “Maymunlar Cehennemi” filminde iktidarın ters yüz edilmesi bir çok anlamda insanlarda zekâ olmadığı, psikolojik olarak tekellerine aldıkları teknolojik bilgiyi ellerinde tutmaya uygun olmadıkları, evrimsel bir çıkmaz sokak oldukları gibi bir çok düşünce öne sürülüyor. Günümüze dek yapılan en hayvan özgürlüğü yanlısı ve en cesur filmlerden biri ise “Maymunlar Cehennemi:Başlangıç” (2011) filmid. Bu film Alzheimer hastalığını tedavi etmek için genetik olarak modifiye edilmiş retrovirüs taşıyan bir denek olan şempanze Caesar’ın öyküsü anlatılır. Ancak ilaç şempanzelerin zekâsını artırır ve insanları öldürür. Caesar hapisane gibi bir barınaktan şempanzelerin kaçmasını sağlar,  şempanzeler Golden Gate Köprüsünde polislerle mücadele ederek ormana doğru kaçarlar. Film şempanzelerin içinde bulunduğu hâli çizmekte son derece net, ve zalim insanları şiddet kullanarak yerlerinden indirme konusunda son derece cesurca desteğini veriyor.

Hayvan bakış açısı aracılığıyla etik değerlendirmede geştalt kayması sonucu mümkün olabilen derin etik bir içgörü elde edebiliyoruz, böylece  bir toplumun, kültürün, veya bireyin etik karakterini ölçmek için diğer hayvanları nasıl görüp onlara nasıl davrandığı sorusu bir mihenk taşı haline geliyor. Kültürlerin ya da insanların ahlâki değerini, felsefi derinliğini ve  insanlığını diğer hayvanlarla  ve doğayla ilgili görüşlerini ya da ilişkilerini incelemeden yeterince değerlendiremeyiz. Etik ve kadın incelemelerinin Batı medeniyetinin “uygarlık” ve “ilerleme” ile ilgili taleplerini yeniden gözden geçirmeye zorlaması gibi şimdi insan toplumlarını bir kez daha hayvan bakış açısından bakarak incelemek zorundayız. Gandi’ye ait olduğu düşünülen sözde söylendiği gibi, “bir ulusun ve onun ahlâki gelişiminin büyüklüğü, hayvanlara nasıl davrandığına göre değerlendirilebilir”. Kölelik ticaretine dahil olan birisinin ahlâki bir bütünlüğünün olamaması gibi hayvanları istismar eden ya da onları görmezden gelen birisinin de değerli olduğunu söyleyemeyiz, hayvan bakış açısı bizi insanlara ve topluma yeni biçimlerde bakmaya zorluyor ve bunu yaparken Homo sapiens’i olduğu gibi; yani şiddet dolu, yabancılaşmış, tahakkümcü, rahatsız, cinayet işleyen ve kendi yıkımına sebep olan bir tür olarak görmemizi mümkün kılıyor.

Eski kadim bir ilke var, “Altın Kural”. Musevi, İsevi, Konfüçyen ve Stoacı geleneklerde ve dünya dinlerinde varolan bir ahlâki perspektif bu. Altın Kural elbette bizi başkalarına bize davranılmasını istediğimiz gibi davranmaya çağırır. Bir çok dini gelenekte varolan bu kadim düstûr bütün zamanlarda geçerli bir perspektif, neyin yanlış ve neyin doğru olduğuna karar vermek adına bulunmaz bir karar verme tekniği. Bu yüzden bu kural bize hem empatiyi hem de karşılıklık prensibini de düşündürüyor, her ikisi de mantıksal tutarlılık prensibine bağlı. Ancak önyargı ve mantıksal tutarsızlık bizi diğer hayvan türlerine Altın Kural’ı uygulamaktan alıkoyabilir. 19.yüzyıl İngiliz yazarı Thomas Hardy’nin inandığı gibi, Darwinizm, “mantıksal olarak fedakârlık içeren ahlâki kuralların yeniden düzenlenmesini de kapsıyordu, bunu insan türünün bulunduğu alandan bütün hayvanlar aleminin ait olduğu alana dek “Altın Kural”ın uygulamasını genişleterek yapıyordu”.

Altın Kuralı daha karmaşık bir dille yeniden kuran 18.yüzyıl düşünürü Imanuel Kant, eylemlerin “kategorik buyruk” perspektifinden ele alınması gerektiğini öne sürdü. Kant’a göre,  mantıksal çelişkiye düşmeksizin evrensel olduğunu söyleyemeyeceğimiz hiçbir biçimde hareket etmemeliyiz. Mesela tek bir kişi hariç herkesin kanuna uyması gerektiğini söylemek bir çelişkidir. Burada tutarlılık düşüncesi büyük önem taşıyor, çünkü  Altın Kural’ı ya da kategorik buyruğu bir adım ileri taşırsak- hayvanlarla olan  ilişkimizin sınırlarının ötesine- kendimize  şunu sormalıyız: hayvanların bize bizim onlara davrandığımız gibi davranmasını ister miyiz? Gıda için katledilmeyi, deneylerde kullanılmayı, palto ve giyecek olmak için yetiştirilmeyi; sirklerde, yarışlarda ya da mesela bir akvaryumda performans sergilemeyi ister miyiz? Cevap “hayır” olacağından, hepimiz kendi tutarsızlığımız, ikiyüzlülüğümüz, çifte standardımız ve  hiç bir biçimde haklı göremeyeceğimiz ayrımcılığımızla yüzleşmek zorundayız. Bu açıdan Maymunlar Cehennemi” serisi türcü tutarsızlığın mantıksal sonucu olarak görülebilir.

Eylemlerimizin geçerliliği ve tutarlılığını başka bir şekilde denemek için 20. yüzyıl düşünürü John Rawls’ın toplumsal sözleşme teorisini de uygulayabiliriz. İlkelerini tarafsız bir bakış açısına göre formüle ederek yeni bir adalet teorisi kurmak isteyen Rawls varsayımsal bir toplumda kendi konumumuz ya da statümüzle ilgili hiç bir şey bilmediğimiz bir “cehalet peçesi” takmamızı ister. Zengin mi yoksul muyuz bilmiyoruz, beyaz mıyız siyah mı, erkek miyiz kadın mı, yaşlı mı genç mi, hiç birini bilmiyoruz. Rawls, hiçbir biçimde kendimizi imtiyazlı saymanın yolu olmadığını düşünmemizi ister, çünkü sosyal konumumuzla ilgili hiçbir bilgimiz yok, bu yüzden bütün insanlara eşit olarak faydası olacak hem tarafsız hem adil adalet prensipleri formüle edebiliriz. Rawls’un teorisi ulus içi adaletten yola çıkıp zengin ulusların yoksul uluslara olan sorumluluklarına işaret etmek adına uluslararası ya da  küresel adalete uzanamadığı için eleştirilmişse de hümanist bakış açısınının ötelerine uzanabilmesi anlamında önemli.

Diğer bilinmeyenlere ek olarak, cehalet peçesi hangi türe ait olduğumuzu bilmemize de engel olur ve böylece  bir eve et olarak gidip gitmeyeceğimizi asla bilemeyiz. İnsan mı, inek mi, domuz mu ya da tavuk mu olduğumuzu bilememek hepimizi mantıksal olarak  bütün türler adına daha çok özgürlük, adalet ve hak elde etmesi yönünde adalet kuralları yapılandırmaya motive eder. Hayvan bakış açısı Rawls’un cehalet peçesine daha da güçlü bir katkıda bulunur ve bunun olası sonucu olarak daha adil bir tartışma çıkar ortaya: hiçbir ayrıcalığı olmayan bir insan sınıfı üyesi olmak mı ya da uzun bir ölüm süresinden önce esir olmanın kâbusuna katlanmaya zorlanan bir endüstriyel kümes tavuğu olmak mı? Bu tür bir araç tutarlı bir biçimde uygulanırsa mantıksal olarak dirikesimden, avcılıktan, et tüketiminden ve insanların diğer hayvanları sömürdüğü bitmek tükenmek bilmeyen diğer yollardan uzak bir toplum inşa etmeye götürür bizleri.

Bir Dağ (aslanı) Gibi Düşünmek: Hayvan Bakış Açısı ve Militan Doğrudan Eylem

“Eyleme karşı çıkan tek bir balina gösterin, eyleme son vereceğiz; ama o zamana dek insanların ne düşündüğü umrumda değil”. Paul Watson

“Gidin bunu atlara anlatın”. Eski ALF tutuklusu Peter Young’ın Jonathan Paul’un 1997 yılında Cavel West At Mezbahası’nı yakma girişiminden sonra kendisine yönelik pasifist eleştirilere verdiği yanıt.

Hayvan bakış açısı, hayvan – insan ilişkilerinin tarih boyunca nasıl olduğunu anlamak açısından yaşamsal bir öneme sahip; psikolojik, sosyal ve ekolojik krizlerin kökenleri ve gelişimi ile ilgili ciddi öngörüler elde etmek için büyük önem taşıyor. Yalnızca sosyal organizasyon ve değişimi anlamak için değil; bireylerin, kültürün ve bir bütün olarak insanlığın niteliğini yeterli şekilde değerlendirmek için olmazsa olmaz bir özelliği var; öte yandan direniş ve devrimci mücadele için gerekli taktik meselelerini yeniden gözden geçirmek için önemli. Tartışmanın bastırıldığı, sansürlendiği, pasifist dogmaların hegemonyasına mahkûm edildiği yerlerde hayvan bakış açısı, taktikleri kurban edenlerin değil kurban edilenlerin bakış açısıyla düşünmemizi sağlıyor; böylece  şiddeti sürdürenler ve onların çeşitli “muhalefet” hareketlerinde toplanmış korosu tarafından çekip çevrilen söyleme sağduyu ve ahlâki bir netlik kazandırılabilir.

“Vatanseverliğin alçakların son sığınağı olması” gibi pasifizm de türcülerin, vegan ve hayvan severlerin son sığınağı. Ekstrem pasifistler hariç insanların çoğu  meşru müdafaa gibi vakalarda şiddetin haklılığını kabul eder, bunun Hitler ve Alman Nazileri gibi şer güçlerini durdurmak için gerekli olduğu bilir. Ancak  kürk çiflikleri, dirikesim laboratuarları ve diğer dehşet mekânlarındaki masum hayvanları savunmaya gelince sömürenlerin mülklerine sabotaj yaparak hayvanları esaretten kurtarmak, yasayı gereken her türlü şekilde çiğnemek ve özellikle de şiddet içeren bir direniş ve “meşru müdafanın uzanımı” dediğim şeyi hayata geçirmek söz konusu olunca, birden bire mantıksal tutarsızlıklarla dolu çifte standartlar çıkıyor karşımıza. Bu çifte standart, insan yaşamlarının   gerekince şiddet kullanmak anlamına gelen araçlar aracılığıyla korunup savunulacak denli önemli olduğunu ama hayvanların bu çembere dahil olmadığını söylüyor.

Etik ve taktiksel sorunları ve meseleleri düşünürken şirket, devlet, medya ve anaakım “hayvan savunmacılığı” yapan grupları referans almayı, kamuoyunun bakışını meşruluğun barometresi ve asla ihlal edilmemesi gereken bir sınır olarak görmeyi bir kenara bırakmalıyız. Konformizmin ve kendinden hoşnut olmanın gürültüsünü sessiz kılmak ve bizi kendi oyunlarını oynamamız, kurallarına uymamız ve etkisi olmayan eylemlerle kendimizi emniyetli bölgelere göbekten bağlanmak için oyalayan devletin süperegosunu fırlatıp atabilir ve  radikal anlamda farklı bir perspektife başvurarak yaratıcı eylemlere bizi yöneltecek taze öngörüler ve yeni motivasyonlar elde edebiliriz. Bir eylem biçiminin legal olup olmadığını ya da vurdumduymaz ve umursamaz bir halk tarafından  popüler bir şekilde algılanıp algılanmayacağını sormak yerine hayvan bakış açısını kullanarak şu soruyu sorabiliriz:         “ezilen ve işkence gören hayvanlar bizden ne yapmamızı isterdi? Bu eylemi onaylarlar mıydı? Hangi eylemleri yetersiz görürlerdi,  hangisini bir ihanet olarak görürlerdi?”

Büyük türler ve ekosistemler yerine şirketlerin çıkarları için inşa edilen büyük barajlar gibi bir problemi tartışırken Derrick Jensen şöyle bir soru soruyor:  “ahlâken doğru olan nedir? Son somonun ölmesini mi izleriz yoksa barajı havaya mı uçururuz? Mektup yazıp dava mı açarız, bunun gibi başarısız olduğu kanıtlanmış zaman tüketen eylemlere mi adarız kendimizi yoksa barajları kendimiz mi yıkarız?” Legal temelli stratejiler ve eğitim peşinde koşanlara Jensen şunu söylüyor:” ya iktidardakiler öldürüyorsa? Ya dinlemeye hiç niyetleri yoksa? Onlara şiddete başvurmadan yaklaşmaya devam etmeli miyiz?  Adaletsizliğe son vermek adına şiddet ne zaman uygun bir araca dönüşür? Dünya ölürken- ya da öldürülürken- artık bu soruları görmezden gelme lüksümüz yok. Bu sorular görmezden gelinecek sorular değil zira”.

İnsanları egosantrik uykularından ve hümanist kibirlerinden uyandırmak için Jensen bizlerden paradigmayı değiştirmemizi ve risk altında bulunan ekosistemlerin perspektifini uygulamamızı istiyor.  “Nasıl yaşayacağım?” diye sormak yerine insanlar yaşadıkları toprağa, kendilerine destek veren toprağa, “bu kültürden korunmana yardımcı olmak için ne yapabilirim ne yapmalıyım? Bu kültürün seni öldürmesine son vermek için beraber ne yapabiliriz? Eğer bu soruyu sorar ve dinlerseniz toprak size neye ihtiyacı olduğunu söyleyecektir. O hale tek gerçek soru şudur: bunu yapmaya niyetiniz var mı?”

Jensen’ın doğanın “ses”ini işitmek için ortaya koyduğu perspektif değerli.  Bu perspektif insanların “iyi bir hayat” yaşama taleplerinin hayvanlar ve toprak için neyin iyi olduğu sorusundan koparılarak dile getirilmesini sorguluyor, ayrıca insan pasifizminin Sirene şarkılarına kulaklarımızı tıkayabilir ve hangi eylemlerin gerekli ve iyi olduğunu anlamak için dünyanın perspektifinden bakmamızı sağlayabilir. Elbette doğa hiçbir şekilde konuşamaz; hayvanlar kendi acı ve ızdıraplarını ağlayışlarında, ifadelerinde ve davranışlarında dışa vurabiliyorlar ama bize insan diliyle bir şey anlatamıyorlar (primatlar ise işaret dili ve leksigramlar aracılığıyla genel anlamları ifade edebildikleri için bir istisna).

Dünyanın ve diğer hayvanların bakış açısından bakıp empati ve hayal gücüyle ele alacak olursak en azından şöyle basit bir soru sorabiliriz: hayvanlar ne istiyorlar, yaşamak mı, ölmek mi? Huzur ve rahatlık içinde var olmak mı, yoksa şiddetle suistismal edilmek, havaya uçurulmak ve  sürekli artan bir insan nüfusunun durmadan çoğalan talepleri ve hırslı insan endüstrileri tarafından yok edilmek mi? Sabırlı olmamızı, ve yokoluşa giden yolda ağır ağır hukuğu izlememizi mi yoksa  onların varlığını, güvenliğini ve huzurunu yasaları çiğneyerek menfaatlerini doğrudan eylem taktikleriyle savunmamızı mı? Burada meditasyon yaparak nehirlerin, ayıların ve balıkların sesleriyle  bağlantı kurmaktan bahsetmiyorum, politik önceliklerimizi ve taktiklerimizi hayvan ve çevre perspektiflerinden yola çıkarak yeniden düşünmemizden söz ediyorum.

Ancak hiç kimse somut bir biçimde doğanın neyi “istediğini” ya da neye “ihtiyacç duyduğunu” bilemez. İnsanlar yanılabilir, yanlış bilebilirler, ama toprağın ve yaşamın ölmek değil de yaşamak “istediğini” ancak varsayabilirler. Eğer Jensen’ın düşünce deneyine böylesine  önem atfedilirse o zaman doğanın sesini dinlemek kompleks felsefi, politik, taktiksel ve organizasyonel meseleler hakkında sadece düşünce üretmekten öteye geçemez. Rastgele sabotaj eylemler örneğin her ne kadar  sömürücülerin işyerlerini bir çok vakada tamamen kapamış ve ahlâki bir bakış açısından meşru olsa bile, kapitalizm ve uygarlığın en derininde yer alan sorunlara ve çelişkilere cevap verip işlevini yitirmiş baskıcı kültürlere yaşanabilir alternatifler sunan devrimci bir teori ve devrimci bir politika oluşturmak yerine anlık, ikincil, sınırlı stratejilerdir.

Ayrıca bu alıntılarda Jensen en azından sosyal ve  politik problemlere sosyal ve politik çözümler bulmak yerine liberal, Thoreaucu bireysel vicdan temelli yaklaşımları tercih ediyor. Devrimci toplumsal bir hareketin nasıl organize edilmesi ve uygarlığın işlev bozucu sorunları ve patolojilerini aşan yeni bir toplumun nasıl kurulması konusu  gibi kapitalist sistemin belirleyici faktörleri de yeterince kuramsallaştırılmamıştır. Bunlar büyük ve kompleks meselelerdir, balık ve nehirlerle konuşunca bize gelen gerçek mesaj ise muğlak direniş çağrıları , uygarlığın tamamen çökmesi ümidinin yeşermesidir, bununla beraber sosyal yaşamın avcı-toplayıcı yaşam biçimlerine dönmek dışında yeniden inşa edilmesi konusunda net planların olmadığını görüyoruz.

Şiddet dolu bir eylemi durdurmak, güç kaynaklarını ya da bir barajı havaya uçurmak , bir laboratuara saldırmak ya da hayvanları özgürleştirmek yeterli değil; bütün küresel sistemle yüzleşmek, ona karşı çıkmak ve onu dönüştürmek zorundayız. Bu kültürün ve gezegenin en çok  ihtiyacı olan şey sistemli ve antikapitalist bir politikadır, insanları total özgürlük ve birliktelik politikası etrafında eğitmek ve organize etmektir. Bu türden bir işin gerekliliğinden söz ederken böylesi göz korkutucu bir iş için gerekli yeterli kuram ve  politikalar olduğunu söylemiyorum, küresel ve toplumsal krizin bu gelişmiş safhasında – şirket baskısı, neoliberal hegemonya, giderek artan totaliterlik, türlerin yok oluşu, çevre yıkımı ve  iklim değişikliği- sözünü ettiğim türden bir toplumsal dönüşümün mümkün olduğunu söyleyecek kadar iyimser de değilim. Benim kötümserliğim devletlerin, NGO’ların, aktivistlerin, genel anlamda insanların çok acil sosyal ve ekolojik krizler karşısında verdiği yetersiz tepkilerden kaynaklanıyor. Dezenformasyon, propaganda, cehalet ve vurdumduymazlık eğer baskın değilse o zaman reformist ve  işbirlikçi stratejiler sarıyor ortalığı, çevreci gruplar ve hayvan hakları grupları mesela radikal değişim için ağırlığını koyamıyor ve oportünist bir biçimde  aslında karşılarında durmaları gereken endüstriler ve şirketlerle işbirliği yaparak kendi çıkarlarına çalışıyorlar.

Hayvan ve çevre bakış açılarının ortaya koyduğu sorulara bir başka soru daha eklenebilir: “gelecek kuşaklar bizden ne yapmamızı ister?” Radikal çevreci Paul Watson bir başka perspektif sunuyor – ben buna ‘gelecek kuşaklar bakış açısı’ diyorum. Gelecek kuşaklar perspektifinden bakılınca sabotaj “radikal” görülebilir mi, yoksa görev için en uygun yol mu? Watson günümüz çevrecilerinin Batı toplumlarında neredeyse bir azınlık gibi kalan insanlardan oluştuğunu söylerken bir yandan da büyük bir çoğunluğu temsil ettiğini söylüyor; öyle ki gelecek kuşaklar çevre meselelerinde baskı yapmak dışında bir seçeneğe sahip olmayacaklar diyebiliriz. Bununla beraber çevreciler günümüzde ekoterörist, ektremist, zırdeli gibi yaftalarla aşağılansa bile yüzyılın sonunda artık bitap düşmüş gezegenimiz için mücadele edecek denli şanssız olanlar günümüz radikallerine aklı başında ve sorumlu yurttaşlar olarak bakarken pasifistleri ve  ılımlı insanları hayal peşinde  koşan, hayvanlara ve dünyaya karşı gaddar ve şiddeti artan saldırıları durdurmak için ahlâki sorumluluklarını yerine getirmeyen korkaklar olarak suçlayacak. Bu yüzden Watson gelecek kuşaklar perspektifinden bakarak, çevrecilerden “dört dörtlük atalar” çıktığını söylüyor.

Anti-türcü, biyomerkezli, ve gelecek kuşak bakış açılarını hayata geçirecek kompleks felsefi ve taktiksel sorulara verimli yaklaşma biçimleri elde ediyoruz. Bu yeni optikler şiddeti artan saldırılara maruz kalan halkları, hayvanları ve gezegeni savunmak adına kitlesel direnişi, militan doğrudan eylemi, ve devrimci karşı–şiddeti desteklemeyi kolaylaştırıyor. Vegan, hayvan hakları/özgürlüğü ve çevre hareketlerinin yeni düşüncelere, yeni perspektiflere ve yeni taktiklere  ihtiyacı var. Hayvan bakış açısı, ekolojik bakış açısı ve gelecek kuşaklar bakış açısı, anaakım politika ve fundamentalist pasifizmin (eğitime, parti sistemine ve yasal reformlara dayalı) baskıcı dogmalarını aşan eylemler için yeni olasılıklar ve düşünceler, yeni açılar sağlıyor. Hayvan hakları, ekolojik perspektif ve gelecek kuşak perspektifleri açısından; sabotaj, özgürleştirme, karşı-şiddet, işgal(occupation) hareketleri ve toplumsal devrim gibi eylemler bugün ne kadar “ekstrem” ve “radikal” görülseler de ileride korkakça, donuk ve tam anlamıyla yetersiz görülecekler.

Sonuç: “Tarih Bilmecesi”nin Şifrelerini Çözmek

“Bir evrimsel strateji olarak sömürü, zamanını doldurdu”.

Colin Tudge

Hayvan bakış açısı, genel olarak insanın biyolojik ve sosyal evrimini baskıcı  kültürlerin, sosyal hiyerarşilerin, ekonomik ve  politik eşitsizliklerin ve asimetrik iktidar sistemlerinin kökenleri, dinamikleri ve gelişimini ortaya koymak gibi önemli yeni tarzlarda aydınlatmaya çalışır. Hayvan bakıç açısı sayesinde;  nefret, hiyerarşi, şiddet, savaş, kölelik, ırkçılık, ataerkillik, sömürgecilik, Anti-semitizm ve Soykırım deliliğinin kökenleri hakkında önemli dersler öğrenebiliriz. Diğer tarihi yaklaşımlarla elde edilemeyen perspektifler ve öngörüler sağlayarak hayvan bakış açısı insanın hayvanları egemenliğine almasının insanın insanı baskı altına almasına nasıl bağlı olduğunu analiz eder, büyük ölçekli hayvan katliamı ve hayvan sömürüsünün çevreye olan zararlarını  aydınlatır.

Hayvan bakış açısına göre türcülük ilk hiyerarşi ve baskı biçimiydi; diğer baskı, iktidar ve  şiddet biçimlerinin temelini türcülük hazırladı. Hayvanların evcilleştirilmesi ve sömürülmesinin diğer iktidar sistemleri için ne denli önemli olduğu görüldüğü zaman Marks’tan alıntı yapmamız gerekirse, “tarih bilmecesi”nin çözümü komünizm değil hayvan bakış açısı teorisi olduğu söylenebilir, çünkü bu bakış açısı hümanizmin karanlık lensleriyle görülemeyen ya da bilinemeyen problemleri aydınlatır. Ayrıca hayvan bakış açısı sınıf kategorisinin içini doldurur; sınıfın toplumsal cinsiyet ve ırk  olmadan boş bir kategori olması gibi,  tür olmadan da sınıf kategorisinin içi boştur; çünkü kapitalizm bütün zamanların en kapsamlı kölelik sistemine kök salmıştır.

Ataerkillik, sınıf, devlet, ırk vb.nin kökenleri ve dallarının haritasını önümüze çıkaracak çeşitli kuramsal perspektiflere sahip olmak önemli olsa da hayvan bakış açısı birkaç istisna dışında görmezden gelindi. Hayvan incelemeleri alanında görülen gelişmeler bu gerçeği değiştiriyor  ama gene de bu alanda görülen pozitivist, skolastik ve burjuva çerçeve hem doğa hem de dünyayı hasta eden oluşumlara dair derin içgörüler elde etmenin önünde bir engel. Hayvan bakış açısı bu streil, kopuk, apolitik hayvan etiğinin ve aslında bütün “hayvan incelemeleri” alanının, steril, sözde radikal “eleştirel hayvan incelemeleri” alt disiplinini yenmeyi amaçlıyor. Hayvan bakış açısıyla yazılan tarih, sömürülen hayvan türlerine destek vermesi anlamında dünya  işçilerini uyandırmak, güçlendirmek ve birleştirmek isteyen  Marks’ın tarih ”bilim”inden daha nötr ya da objektif değil. Tersine; hayvan bakış açısı, hayvan özgürlüğünün devrimci potansiyelini keşfedip uluslaraşırı kapitalizmi ve her türden baskıya karşı mücadeleleri kapsayan bir total devrim politikasını savunuyor. Nihai hedef; özgürlüğü, yaratıcı etkinlikleri, çeşitliliği ve özerkliği bir kenara atan bütün baskıcı ve  işlevsiz kalmış hiyerarşik sistemlerinin ortadan kaldırılması.

Hayvan bakış açısı, hayvanların bizim varoluşumuz ve bir bütün olarak gezegen için, insanların türcülüğün deli gömleğini giydiği sürece nadiren kavrayabileceği anlama  odaklanır. Hayvan bakış açısı insanlar ve hayvanların özgürlüğü ve mutluluğunun birbirinden koparılamayacak şekilde birbirine bağlı olduğunu söyler, insanların hayvan yaşamlarını modern toplumların niteliği olduğu üzere kitlesel ve küresel ölçekte ihlal ettiği zaman meydana gelen acı sonuçlarının altını çizer. İnsan özgürlüğünün hayvan özgürlüğünden  koparıldığı sürece nasıl akıl dışı olduğunu ve böylece hümanizmin kendi mantıksal çelişkilerinin altında ezilerek çöktüğünü belirtir. Hayvan bakış açısı, insanın hayvanlar üzerindeki egemenliğinin inceden inceye insanın insanı ezmesine bağlı olduğunu analiz eder ve ardından insanlar kendi kaba türcü kimliklerini kınayıp reddedene ve gezegen üzerindeki milyonlarca başka yaşam formlarıyla tevazu ve uyumla yaşamayı öğrenene dek barışçıl/huzurlu, adil ve sürdürülebilir toplumlar kuramayacağını gösterir.

Her ne kadar çok kabul edilmese de hayvan bakış açısı eleştirel teori ve radikal politika için de yaşamsal bir perspektif sunuyor;bu bakış açısı; insan tarihi, hiyerarşinin kökenleri ve dinamikleri ( ataerkillik, kölelik ve ırkçılık), savaşın/şiddetin gezegenin her bir yanına yayılmışlığı, toplumsal ve ekolojik krizler, ve yaşanabilir bir gelecek için gerekli koşullarla ilgili benzersiz öngörüler elde etmemizi sağlayabilir.  Eleştirel sosyal teori,  hayvan bakış açısıyla son derece zenginleşirken modern dünyada hayvan sömürüsünün kapitalist  çıkar ve büyüme hedefleriyle nasıl sürdürüldüğünü, şirket menfaatlerine hizmet eden despot bir devlet aygıtı ile nasıl işlevini yerine getirdiğini ve şiddete başvurarak muhalifleri bastırdığını; araçsal mantık ve yabancılaştırma mekanizması içerisinde doğayı, hayvanları, toplumu ve insan yaşamlarını  nesneleştiren araçsal rasyonalite ve baskıcı tekniklerle içiçe olduğunu anlamak için hayvan bakış açısı, eleştirel  bir toplumsal teoriye ihtiyaç duyuyor.

Hayvan bakış açısı; sınıf, ırk, toplumsal cinsiyet ve çevre optikleri için son derece önemli. Ancak  az sayıdaki hayvan incelemeleri kuramcısı bu sosyal perspektifi kendi analizlerine katarken hümanist  yaklaşımlar- liberal, geleneksel, Marksist, anarşist, feminist ya da  sömürge dönemi sonrası olsun- nadiren hayvan bakış açısından bakıyor; bazen bununla dalga geçiyor, çoğu kez farkında bile olmuyorlar. Genel anlamda sosyal dinamiklere ek olarak hayvan bakış açısı radikal ekoloji tarafından dile getirilen çevre krizlerini sebeplerini ve özünü de aydınlatıyor.

Ama hayvan haklarını savunanlar sadece insanlar tarafından ezilen bütün hayvanların menfaatlerini temsil etmiyor, ayrıca –bunun farkında olsalar da olmasalar da- dünyanın ve insanlığın iyiliği için de çalışıyorlar; çünkü, insan sağlığı ve tıbbını ilerletmeye çalışır, gelişmemiş ülkelerde açlığı azaltmak için uğraşır, (tarım ticareti ve büyükbaş hayvancılık endüstrisi tarafından yerinden yurdundan olan çiftçiler gibi) insanlar  için sosyal adaleti savunur ve sosyal hiyerarşileri bozup hümanizmin ötelerine ciddi bir sıçrama yaparak moral bilinci geliştirmeye çalışırken hayvan özgürlüğü ve veganizm, küresel ekolojik krizi çözme konusunda ciddi bir takım  çözümlemeler ortaya koyuyor. Bu hareketler  insanların psikolojik olarak evrim geçirmesi, diğer türler ve dünyayla uyum içinde yaşamaları, yaşanabilir bir geleceği inşa edebilmeleri için gerekli ahlâki gelişim sürecinin savunmasını yapıyor. İnsanların hayvanları maruz bıraktığı korkunç olaylar kaçınılmaz olarak geri tepiyor, insanın varoluşuna zarar veriyor. Hayvanların sömürülmesi küresel ekolojiye, sayısız türe, insanın geleceğine çok ciddi bir tehdit oluşturuyor; durum artık daha karanlık, daha kötü görünüyor.

Bu yüzden hayvan bakış açısı öncelikle insanların  kendinden başka bir grubun menfaatlerini temsil etmek üzere kullanılması anlamında benzersizdir, dar görüşlü ve bir çok parçaya bölünmüş kimlik politikalarının özünden oldukça farklı bir şey bu. İkinci olarak; bir paradoks olsa da hayvan bakış açısı eğer zengin bir holistik bağlamda geliştirilirse insanları ezilmekten, acı çekmekten ve tehlikeden koruyabilir. Buna ek olarak tam ve uygun bir açıdan hayata geçirildiği zaman hayvan bakış açısının bütün bakış açıları kuramlarından çok daha kapsamlı olduğu görülebilir; çünkü hayvan bakış açısı teorisi insanlığı, hayvanları ezen ve  dünyayı ve bütün ekolojik sistemleri mahveden bütün işlevi bozulmuş teknolojik, ekonomik, politik, legal ve sosyal sistemleri ele alıyor.

İnsanın ve diğer hayvanların beraber evrim geçirmesini anlamadan; sistemik psikolojik, sosyal, ekolojik krizler ve türcülük,  hayvanların evcilleştirilmesi, tarım toplumunun yükselişi ve “uygarlığın” “Güçlü Olan Haklıdır” psikozunu kavramadan yeterli bir tarih, hiyerarşi ve iktidar, toplumsal organizasyon ve değişim kuramı formüle edemeyiz. Hayvan bakış açısı olmadan insan çatışmalarını, savaş dinamiklerini, şiddetin ve soykımın patolojisini, insanların birbirine ve doğaya yabancılaşmasını, günümüzde yaşanan ve başlangıç olarak şirket tarımcılığı ve küresel büyükbaş hayvan endüstrisinden meydana gelen ekolojik krizi yeterince anlayamayız. Ve eğer yaşamakta olduğumuz krizin temel sebeplerini anlayamazsak, o zaman bu krizleri kesinlikle çözemeyiz; kendimiz ve bütün yaşam biçimleri gezegenimizde için daha iyi bir kültür, daha iyi bir insanlık  ve daha iyi bir gelecek oluşturamayız.

Çev.Cem

Hayvan Bakış Açısı Kuramının Devrimci Anlamları” üzerine 2 yorum

Bir Cevap Yazın

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.