Neden Hayvan Hakları?

ALF

Bazı ALF üyeleri “insanlar bütün hayvanlara evcil hayvanları gibi davranmalı” diyor. Bir köpekle bir domuz arasında fark görmüyorlar.

Bazıları “bu, pek de güven duyulmaması gereken duygusal bir tepki” diyor, ancak kendileri de pet taşlarına ve içi doldurulmuş hayvanlarına duygusal olarak bağlılar.

Bazıları hariç bir çok insan hayvan hakları aktivistlerinin hayvanları fazla ciddiye aldığına inanıyor. Onlara göre orantı kavrayışlarında bir dengesizlik var.

Bazı ALF üyeleri, “biz eşyaya değil hayata değer veriyoruz” diyor; ”eğer yaşamayan, fiziksel eşyalara zarar vererek bir yaşamı kurtarma şansınız olsa bunu yapmaz mıydınız?” diye soruyorlar. Legal yollarla ya da legal olmayan yollarla masum hayatın savunulması, bütün bilinçli ve adil insanların hakkıdır, ve ayrıca sorumluluğudur. ALF yaptıkları şeyde etkili olmak adına yasaları çiğnemek zorunda. Bir göle gitseniz ve orada birisinin boğulduğunu görseniz “burada yüzmek yasaktır” levhası sizin o insanı kurtarmanıza engel olur  muydu?

Hayır.

ALF’e karşı ortak argümanlardan birisi ALF’in başkasının mülküne zarar verme hakkı olmadığı. Tarih ise bize tam tersini söylüyor. 2.Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından Yahudilere karşı yürütülen soykırım ancak savaşla sona erdi. O duruma karışmaya ne hakkımız vardı? Tarihin bir başka karanlık tarafı da kendi ülkemizde yaşandı- kölelik. O noktada siyah kadınlar, siyah erkekler ve siyah çocuklar bir mal muamelesi gördüler, aynen bugün hayvanların olduğu gibi. Ancak Underground Railroad’a katılan, kendi yüreklerinin sesini dinleyen insanlar da vardı, yasanın onlara söylediği şeyi dinlemeden kölelerin kendi özgürlüklerine kavuşmalarına yardım ettiler. Yok edilmeyi bekleyen yaşamlarla karşılaştırılığında günümüz yasalarının ya da bir sömürücünün kendi zulmünü hiçbir engelle karşılaşmadan sürdürmesinin bir hiç hükmünde olduğunu görüyoruz.

Burada insanların hayvanlara yönelik vahşi zulümlerin ahlâken savunulabilir bir tarafı olduğuna inanması söz konusu değil. Yalnızca ahlâksız, sosyopat ya da felsefi anlamda kopmuş insanlar rastgele hayvan istismarını savunabilir. Aslında ne yazık ki yaygın varsayım, hayvanların yaşadığı ızdırapların insanlara bize olan şeylerle karşılaştırıldığında pek bir öneminin olmadığı. Onlar, nihayetinde, hayvanlar. Hayvan bilinci değersizdir; ilginç değildir.

Bir insanın komşusunun çocuğunun istismar edildiğini öğrendiği an verdiği tepkiyi düşünün. Böylesi bir durumda insanın önsezisi yaşanan acının çok ciddiye alınması gerektiği yönündedir. İnsanın görevi bunu önlemektir. Çocuğun menfaatlerinin istismarcının arzularından daha öncelikli olduğunu kabul ederiz. Bizden yana harekete geçme konusunda yaşanabilecek herhangi bir başarısızlık haklı görülemez. Çocuk istismarı sebebiyle meydana gelen acıları hafife almak ölçüsüz davranmak olurdu.

Olayın düğüm noktası  işte burası.

Büyük ve giderek hacmi genişleyen fizyolojik, davranışsal, genetik ve evrimsel kanıtlar, dehşet verici bir olasılığa işaret ediyor. Eylemlerimizin kurbanı olan yüz milyonlarca hayvan işlevsel olarak- entelektüel, duygusal ve acı çekme kapasitesine sahip olma anlamında- çocuklara (ya da  çok yaşlı, ya da mental anlamda rahatsız insanlara vb.) benziyor. Kurbanlarımıza yaptığımız şeyleri düşününce  etik anlamda hayvanların insan çocuklarına ya da bebeklere benzemesinin sonuçları insanın başını döndürecek denli ürkütücü.

Bu türden duygusal paralellerle yüzleştiğimizde her türden psikolojik inkâr ve savunma mekanizmasının anında işbaşına geçmesini bekliyoruz. Kuşkusuz hayvan sömürüsü hepimizin yaşamlarını çok daha konforlu bir hâle getiriyor. Hiç şüphesiz onlara yaptığımız şeyleri düşündüğümüzde biz insanlar eylemlerimizi rasyonalize etmek için çok güçlü bir dürtü ile karşı karşıya kalıyoruz.

Hayvan sömürüsünü meşrulaştırmayı mümkün kılan bir çok bahane ve rasyonalizasyon var; bunların çoğu “biz” ve “onlar “ arasındaki uçurumu genişletip büyütmeye çalışıyor. Ancak insanı şaşırtacak denli ince bir sınır olduğu çıkıyor ortaya hepsinin.

“Biz” ve “onlar” arasındaki o sözde farklılıkların bazıları tamamen uydurma: mesela; yalnızca insanların ruhu vardır, ya da metafiziksel egoları vardır gibi. Fiziksel görünüşle ilgili farklılıklar var; insanda hak ve görevle ilgili nosyonları tanımlama kapasitesi gibi farklar, ya da son derece ince sosyal ilişkiler ağları kurmak gibi farklar var.

İnsanlara zekâlarından dolayı hak tanımadığımızı biliyoruz, çünkü mental anlamda rahatsız olan insanlara hak tanırken bir Pentium yongasına hiçbir hak tanımıyoruz. Hakların diğer insanlarla kendimizi korumak için “sözleşmeler” yapmaya ihtiyacımız olduğu için tanınmadığını da biliyoruz, çünkü mesela doğmamış bir fetüs gibi bazı şeylerin bize zarar veremeyeceğini biliyoruz, ama onları gene de koruyoruz.

Neyi seçersek seçelim, George Bernard Shaw’un şu sözleri üzerine düşünebiliriz:” eğer bizden daha üstün olan –aynen bizim kendimizi hayvanlardan üstün hissetmemiz gibi bizden üstün olan-uzaylılar dünyaya inecek olsalardı- şu anda bizim ve hayvanlar arasındaki gibi, uzaylıların bizim üzerinde hakları olduğunu kabul eder miydik?”

İnsanları çoğu hakların insanların acı çekebildiği, zarar görebildiği vb. gerçeklerinden ortaya çıktığı konusunda hemfikir.

Normalde yapılmaması mümkün olan kasıtlı acı çektirme eyleminin ahlâken yanlış olduğunu kabul ettikten sonra  farklılıkların (insanların ve en azından gelişmiş omurgalı canlılar arasındaki farklılıkların) ahlâken bağlayıcı farklılıklar olmadığını görebiliriz.

Bu argüman hayvan bilinciyle ilgili radikal kuşkucuları ikna edecek gibi değil. Diğer canlıların his ve duyguları  olduğuna değer biçmeye çalışırken- bunlar yetişkin insanlar olsa bile- aslında birşeyi kanıtlamak gerçekten  imkânsız. Şu anda bilinç çerçevemizin içeriği dışında birşeyin varolduğuna inanmak için mantıken zorlayıcı ve ikna edici hiçbir somut veri yok. Ancak hiç kimse mesela bir çocuğun algı sınırlarının ötesine ulaşmakta rasyonel yetersizlik gösterdiğini söyleyerek onun bir gölde boğulmasına izin vermez ya da bunun üzerinden tatmin edici bir anlam teorisi geliştirmez ya da hafızanın hakikate paralelliğini kanıtlamaya vb. uğraşmaz. Ayrıca hiç kimse değer yargılarının öznel ve etik taleplerin hakikatteki değersizliğine entelektüel manada inandığı için o çocuğun mahvolmasına izin vermez. Hatalı olmanın sonuçları böylesine korkunç olduğunda, etik anlamda herkes riskten uzak durmak zorundadır.

Bana ayrılan zamanı aşmamak adına zihinle –etikle olanlar değil- ilgili felsefi şüpheciliklerin daha radikal biçimleri bir kenara bırakılacak.

Sezgilere daha az aykırı olan, natüralist bir metafizik varsayılacak bunun yerine. Realite gerçekten de bazı nitelikleri açısından tuhaflıklar barındırır. Ancak içinde yaşamı tecrübe eden öznelerin bulunduğu zihinlerden bağımsız bir dünya var; eğer yoksa o zaman insan kendi kendine konuşuyor demektir. Bu zihinlerden bağımsız dünyada acı çeken canlılar var, bazıları hakikaten korkunç derecelerde acı çekiyor. İşlevsel anlamda bu canlılarla eş düzeyde bulunan çocuk insanların da bazen korkunç acı çektiği düşünülürse o zaman sadece kendi konforumuz için kullanıp atılabilir objeler olarak gördüğümüz hayvanların onlara yaptığımız şeyler sebebiyle büyük acı çektiğini söylemek son derece  mümkün. Buna karşı küçük çocukları fırında kavurmanın içsel olarak ahlâken yanlış olduğu söylenebilir, o zaman aynı şekilde akıl yürütürsek işlevsel anlamda birebir eş düzeyde  olan kurban hayvanları fırında kavurmanın da ahlâken yanlış olduğunu söyleyebiliriz Diğer türlüsünü öne sürmek için öncülü reddetmemiz gerekiyor ya da hayvanlara yönelik tutarsız davranışlarımızı ve tavırlarımızı mümkün kılıp meşrulaştıracak türden ve ahlâken bağlayıcı insan-hayvan farklılıkları öne sürebilmeliyiz.

Bazı insanlar genel anlamda belirgin olmayan temellere dayanarak  insanlarda endişe, acı ve korku yaratan nörakimyasal altkatmanların diğer omurgalı canlılarda daha farklı bir deneyim dokusu oluşturduğunu öne sürebilir- belki bir çeşit düşük seviyede his ve duygu sahibi olmaya sebep oluyordur, bunu da  umursamıyoruzdur. Ama böyle  olmadıklarını kanıtlayamayız.

Avladığımız, kesip doğradığımız, fabrika çiftliklerine tıktığımız hayvanlara yönelik davranışlarımızın insan bebeklerine benzediği düşüncesi – en azındın tipik Batı’nın bilimsel kafa yapısı açısından- absürd bir düşüncedir. Yüzeysel olarak  inanılması mümkün değildir. Hayvan istismarcıları ve çocuk istismarcıları algılarımızda tamamen farklı kategoriler işgal eder. Ancak bu varsayımsal uçurum tamamen ve köklü bir sezgiye dayanır; argümana değil. Bin yıl boyunca diğer canlıları sömürmemiz genetik olarak hayata uyum sağlama sürecimizin bir parçası oldu. Onları elden çıkarılabilir nesneler olarak kullanmamızla beraber kendi kendini kopyalayan DNA’larımızın kendisinin daha fazla kopyasını geriye bırakması mümkün oldu. Hayvan sömürüsünün “doğallığı” ve  adaptif özelliği ise bize ahlâki sezgilerimiz ve  onların sözel rasyonalizasyonlarımıza daha az güvenmemiz için bir gerekçe görevi görüyor aslında. Çünkü rasyonalitenin kuyuları daha başlangıçtan zehirlenmiş. Adil yargılama kapasitemiz biyokimyasal olarak bozulabilir, genetik olaraksa çoktan çürümüş. Diğerleri sabit olmakla beraber kendi menfaatlerine hizmet eden bir rasyonalizasyonu savunan genler, taraf tutmayan mesafeli bir tavırdan daha  fazla rağbet görecektir. Bireysel sanal dünyalarımızın kelimenin gerçek anlamıyla ben merkezci doğası-her birimiz tek bir egomerkezli beden imgesine odaklanmış sinirlerden oluşmuş bir sanal dünyada yaşadığımız için- DNA tarafından belirlenen bilincin teknik anlamda bencil karakterini kanıtlamaya çabalar. Bu monte edilmiş çarpıtmanın sonucu etik sağduyu taraftarlarının çok sevdiği “düşünümsel denge”, önsezilerimizin biçimlendirildiği mekanizmalara kodlanan sistematik ve devasa  genetik önyargıları görmezden gelir. Bu tür önyargılar sezgilerimiz ve onlardan elde ettiğimiz sonuçları daha da geçersiz kılarlar. Etik anlamda bize güvenilemez, ya da kendimiz kendimize güvenemeyiz.

Her yıl yüz milyonlarca insan yavrusu ya da bebek istismar edilse ve  öldürülse –yiyecek ya da bilimsel merak sebebiyle- o zaman hayvan sorununun ahlâki aciliyeti inkâr edilemez bir hâl alırdı. Alışkanlıklarımız eğer bizi yaptığımız şeylere yani insan çocukları kitlesel olarak öldürmenin “doğal “olduğuna inandıracak karşı hissizleşmemişse o zaman ortadaki ahlâk krizini reddedemeyiz. Aslında  embriyoların/fetüslerin/doğmamış insan çocuklarının kürtajla alınması karşısında yaşadığımız vicdan azabı, zayıf ve savunmasız olanların menfaatlerine karşı her zaman kör bir tavır takınmadığımızı gösteriyor; rahim içindeki kurbanlarımız nörolojik ve  psikolojik olarak son yemeğimizde yediğimiz kurbanlarımızdan daha çok gelişmi değiller. Belki de  insanların sürüp giden hayvan soykırımının  kurbanlarına yönelik tavırlarında meydana gelecek devrimci bir değişim için tek umudumuz, milyonlarca  insanın hayvanlara yönelik etik duruşumuzun sadece ahlâken yanlış olduğunu değil entelektüel anlamda da tutarsız olduğunu anlaması birdenbire anlaması.

Eğer biz istismarcılar istismar edilenlerin yaşadığı dehşetleri onlar sanki bir eşya parçasıymış gibi değil de bizim gibi hisleri duyguları olan canlılar gibi kavrayabilsek o zaman yaptığımız şey hakkında bu kadar kendini beğenmiş bir tavrımız olmazdı. Ama kurbanın bakış açısı çoğumuzun empati kurmaya çalıştığı bir perspektif değil ne yazık ki.

Büyük bir oranda parasını ödediğimiz şeyi görmekten özellikle korunuyoruz. Bile isteye suç ortaklığımız ve bazen hayal gücümüzdeki kasıtlı başarısızlık- diğer yaşam biçimlerine yapmaya devam ettiğimiz şeyin aslında o kadar da önemli olmadığı hissine katkıda bulunuyor.

Çev.Cem

Bir Cevap Yazın

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.