Mira Fong
“Hümanist, şiddet içermeyen ütopya; o sözde “aydın” ve “ilerici” insanlar, eşitlik ve hak kavramlarını bu gezegeni beraber paylaştığımız canlıları da kapsayacak şekilde genişletene dek ikiyüzlü bir yalan olarak kalacak “
-Dr. Steve Best
1-Bir Kopernik Devrimi
Her toplumsal hareket ahlâki bir krize verilmiş bir yanıttır. İkiyüz yıl önce kölelik yaygın bir pratikti. Bugün hâlâ var olsa insanlar karşı çıkardı. Hayvan özgürlüğü, hayvanların köleliğini ortadan kaldırmaya çalışıyor. İnsan türü için ortaya konmuş diğer toplumsal hareketlerden farklı olarak hayvan hakları insan türüne dahil olmayan canlıların doğal haklarının yasal olarak korunması ve adalet için mücadele ediyor.
Hayvan haklarına dair basılan ilk kitabın adı “Hayvanların Hakları: Sosyal İlerlemeyle Beraber Düşünüldüğünde” adını taşıyordu. Kitabın yazarı reformcu Henry Salt’tı (1851-1939). Salt hem bir vejetaryen, hem bir dirikesim karşıtıydı; Mahatma Gandi’yi Henry David Thoreau’yla tanıştıran birisiydi. Salt, her bir hayvanın kendine özgü bir birey olup kendi doğal hayatını yaşama hakkı olduğunu, insan olmayan canlıların insanlardan daha az değeri olduğu varsayımına dayanan insan menfaatleri uğruna sömürülmeme hakkı olduğunu ileri sürüyordu. Onun sözleriyle söylersek, “ insan türü ve onlar arasındaki o “büyük uçurum” şeklindeki antika nosyondan kurtulmak zorundayız; tek bir evrensel kardeşlik içerisinde bütün canlıları birleştiren ortak bir insanlık bağı tanımalıyız.” İşte bu sözler yarım yüzyıl sonraki hareketin misyonunu özetlemiş oluyordu.
Bugün coğrafi uzaklıklardan bağımsız aktivistler arasında güçlü bir dayanışma duygusu hâkim. 1980’lerden itibaren hayvan hakları tali bir hareket olmaktan yola çıkarak bugün toplumsal değişimleri etkileyen etkili bir güce dönüştü. Dalda dalga yayılan etkileri Avrupa’dan Kuzey Amerika’ya, Asya’ya, Afrika’ya, Rusya’ya, Doğu Avrupa, Mısır, Türkiye ve bir çok başka ülkeye dek her yerde hissedilebiliyor. İnsanlar hayvanlar için adalet istiyor. Hayvanları özgürleştirmek isteyen devrimci kuvvetlerin bakış açısı, aslında tarihin amacının özgürlüğün gerçekleştirilmesi olduğunu söyleyen Hegel’in öngörüsüyle kesişiyor. İnsan tarihi herkes için eşitlik ve adalet mücadelesiyle ilerledi hep. Fransız, Bolşevik, Komünist devrimleri ve köleliğin kaldırılması gibi mücadele ve devrimlerle. 1960’larda adalet ve eşitlik mücadeleleri kendini farklı “hak hareketleri”nden ortaya çıkardı, bu hareketler 1980’lerdeki hayvan hakları hareketinin yolunu açtı. İnsan tarihinin mutlak ve kesin bir amacı olduğu net olmasa da hiç kimse özgürlüğün bütün Dünya sakinlerinin arzusu olduğu gerçeğini inkâr edemez.
Hayvan devriminin önem ve anlamı, dünya görüşümüzü insan merkezli bir görüş olmaktan biyomerkezli bir paradigmaya dönüştürmesi anlamında Kopernik devrimine benzetilebilir. Böylesi bir paradigma kayması gezegenin hayatta kalabilmesi için tek çözüm olarak insanın diğer dünya sakinlerine yönelik tavırlarında ve onlara dair bilincinde devasa bir dönüşüm değişim gerektiriyor. Bütün hayvanlar özgür doğar; hiç birisinin anlamı insan primatı tarafından kafese atılmak, zincirlenmek, fabrikalara tıkılmak, üzerlerinde deneyler yapılması, dirikesim yapılması ya da öldürülmek değildir. Bir çok insan hayvan hakları nosyonunu kendilerinin alışageldik düşünme biçimleri, alışkanlıkları ve yiyecek tercihleri karşısında etik bir duruş olarak dikilmesi sebebiyle, çıkarlarına ters düştüğü için bir tehdit olarak görüyor. Konu hakkında kendini eğitenlerin yaşamlarıysa sonsuza dek değişiyor.
Bu yazı, hareketin felsefi çerçevesinin bir anlamda gözden geçirilmesinden ibaret. Hayvan hakları konusunda bir çok eser yayınlandı. Bu eserlerin bir çoğu etholoji, hukuk ve felsefe alanlarında tanınmış profesörler tarafından yazıldı. Özellikle ahlâki hakları, painizm(açıcılık), türcülük, sentientizm(his ve duygu sahibi , ve bu sebeple bilinç sahibi olmak) ve veganizm konuları hayvan haklarının temel ilkeleri olmaları nedeniyle bu yazıda tartışılıyor. Çeşitli hayvan meseleleri ve fabrika çiftçiliği hayvanlarının başına gelen ve doğrudan tarım ticareti ve kapitalizmle doğrudan bağlantılı vahşetlerle ilgili legal reformlarda meydana gelen ilerlemeler de burada ortaya konacak. Bir etik eleştirisi teorisi olarak yazının son kısmı, kıta düşünürü Giorgio Agamben’in hümanizm eleştirisi ile sona eriyor.
2. Sentientizm
70’li yıllarda hayvan hakları konusunda bir elin parmakları kadar kitap vardı ancak; hayvan bilişi üzerine ise daha az kitap bulunuyordu. Harvard Üniversitesi’nde zooloji profesörü olan Donald Griffin’in ‘Animal Mind – Hayvan Zihni’ adlı kitabı insanlar ve hayvanlarda beyinde sinirsel işlevin birbirine benzediğini söylererek hayvanları düşünen canlılar olarak kabul eden ilk eser olmuştu. Kitabın bu sebepke önemli etik anlamları olmuştu, çünkü hayvan his ve duygularının kabullenilmesi insanların diğer hayvanlara nasıl davrandığı konusunda ahlâki bir kriter oluşturulmasını gerektiriyordu ve kitap bunun ilk adımını atıyordu.
Sentiens teriminin net ve basit tanımını Bristol Üniversitesi’nde çalışan Dr. Webster’dan alabiliriz: ”sentient bir hayvan, hislerin kendisi için önemli olduğu bir hayvandır”. Sentient bir canlının temel nitelikleri farkındalık, istek ve kasıtlı davranış gibi hem mental hem duygusal kapasitelere sahip olmak kadar doyum ve kızgınlık gibi hisleri de kapsar. Bütün sentient canlıların kendi öznel ilgilerine göre arzuları ve istekleri vardır. Sentientizmin derin bir moral önemi bulunuyor; çünkü mental/sinirsel/biyolojik durumlara sahip her bir birey canlıya etik önem atfederek davranılmalıdır gibi bir sonuca ulaşılıyor. Bu yüzden hayvanlara ahlâki hakların tanınmasında temel öncül sentientizmdir.
Çiftlik hayvanlarının his ve duygu sahibi olmaları konusunda Jane Goodall bu hayvanların mental ve duygusal yaşamları olduğunun altını çiziyor. İnsanlar gibi çiftlik hayvanları da neşe, korku, endişe, acı ve depresyon yaşayabiliyorlar. Ayrıca kendilerinin farkındalar ve başlarına gelen şeyi anlayabiliyorlar. Etholog Lesley J.Rogers, “Minds of Their Own” adlı kitabında hayvan zihnini ve farkındalığını keşfe çıkar. Kitapta Rogers civcivlerin hem kardeşlerinin hem de annesinin görsel anlamda tanınmasını sağlayan bir algı geliştirdiğini, ayrıca doğduktan sonra ailesine bağlandığını anlatır. Farklılıkları anlayarak diğer bireylerin farkına varılması kesinlikle mental farkındalık işaretidir. İletişim yeteneğine gelince, Rogers evcil bir civcivin “en azından 15 farklı seslenme biçimi olduğunu … böylece bir birey olmanın temel niteliklerinden birine sahip” olduğunu söylüyor. Diğer çalışmalar çiftlik hayvanlarının birbiriyle ya da insanlarla iletişim halindeyken yüz ifadelerini tanıyabildiğini kanıtlamış bulunuyor. (‘Peaceable Kingdom’adlı belgeseli izleyin lütfen). Hayvanlarla bizi eşit kılan en temel şey, hepimizin sentient ; yani his ve duyguları/farkındalıkları olan canlılar olmamızdır.
Yüzyıllar boyunca hayvanlar bir makine ya da bir kenara atılabilecek otomatlar olarak görüldü. Ancak 18.yy.da bir kaç bilim adamı hayvanların duyguları olduğu ve mental süreçler yaşadığını kabul etmeye gönüllü olarak hayvan sentiensi araştırmalarına başladı. O zamandan itibaren hayvan bilişi ve sentiensi çalışmaları etholoji alanında önemli bir disiplin oldu. Bunun bir sonucu olarak diğer hayvanların farklı zekâ çeşitleri ve duygusal kapasiteleri hakkında bir bilgi hazinesine kavuşmuş bulunuyoruz. 2012 yılında ‘Cambridge Hayvanlarda Bilinç Deklarasyonu’ somut kanıtlara bağlı olarak hayvanlarda sentiens- his ve duygu sahibi olma özelliğini oanyladı. Deklarasyonda şöyle yazıyor: “Eldeki kanıtlar insanların bilinç oluşturan sinirsel altyapılara sahip tek canlıların insanlar olmadığını gösteriyor. Hayvanlar ve kuşlar, ve daha bir çok canlı, ki buna ahtapotlar da dahil, işte bu sinirsel altyapılara sahipler”.
Bir çok hayvanın şaşırtıcı hafızaları, dil yeterlikleri ve sorun çözme becerileri var. Örneğin; domuzlar aynen köpekler gibi mental problemlerden ve yaratıcı aktivitelerden hoşlanıyor, çünkü doğaları gereği meraklı canlılar. İşaret (yani dilimiz) ve ifadeleri anlama becerileri ve insanlarla yakın ilişkiler kurabilme yetenekleri köpeklerden daha az değil. Ancak gene de domuzlar ancak et olarak algılanıyorlar. Bu türden bir ironi biyolog Richard Dawkins tarafından şöyle yorumlanıyor :” köpekler ve domuzlar, çifte standart örneği”. O sözde “çiftlik” hayvanlarının köklü şekilde ayrımcılığa uğramasının insanların et ve süt ürünlerine artık bağımlı hale gelmesine sebep olan propaganda makinesiyle büyük bir alakası var. Tarım ticareti, temelde indirgemeci materyalizm olan kapitalizmin öz idealini temsil ediyor. Bu ideoloji insanları tek boyutlu bir canlıya, bir tüketim öznesine indirgiyor. Et endüstrileri his ve duyguları olan canlıları ekonomik değeri olan eşyalara indirgiyor ve böylece menfaat sağlanabilecek herşeyin maksimum düzeyde sömürülmesini desteklemiş oluyor.
3. Türcülük ve Acıcılık
Her iki terim de profesör Richard Ryder tarafından bulunmuştur. Türcülüğün eleştirisi insanmerkezciliğin yapısını ters yüz etmek amacı taşır. Bu terim -türcülük- 1970’li yıllarda Ryder henüz Oxford grubun bir üyesiyken kullanılmıştı. Grup, hayvanların laboratuarlarda kullanılmasını protesto ediyordu. Türcülük (ya da tür hiyerarşisi), tür ayrımına dayanarak ayrımcılıkta bulunmayı ifade eder ve bu anlamda insanın daha yüksek değere sahip bir tür olarak diğer türlerden üstün olduğu iddiasını taşır. Ryder burada şu karşı argüman geliştirir:” Türcülük aynen ırkçılık ya da cinsiyet ayrımcılığı gibi ahlâken bağlayıcı olmayan fiziksel farklılıklara dayanıyor. Darwin’den sonra biz insan hayvanlarının diğer hayvanlarla evrim aracılığıyla akraba olduğunu biliyoruz; o halde nasıl olur da diğer bütün türlerin bizim tarafımızdan baskı altına alınıp ezilmesini haklı görebiliriz?”
Türcülük “güçlü olan haklıdır” sözünü meşrulaştırdığı için, türcülüğün dallanıp budaklanmasını kavramak büyük önem taşıyor; zira insanlar memeli ve primat türüne ait olsa da hayvanların maruz bırakıldığı baskılar kendini bir çok biçimde ortaya koyuyor. Karşı-türcülük diğer canlıları marjinalize eden insan merkezli davranışı reddeder. Türcülüğe karşı ortaya konan bütün argümanları özetleyen bir sözü biyolog Bernd Heinrich şöyle ifade eder: “ zekâyı neye göre ölçtüğümüzü ortaya koyana kadar bir türün diğerinden daha zekî olduğun iddia edemeyiz çünkü her hayvan kendi duyusal girdileri ve bu girdileri çözümleyen mekanizmları ile farklı bir dünyada yaşıyor”. Yani tür farklılığının konuyla bir ilgisi yok. Ahlâken bağlayıcı olan, bütün his ve duygu sahibi canlıların temel fiziksel/psikolojik/mental yapıları paylaşıyor olması.
Tarihsel olarak, hümanizm (insan merkezli dünya görüşü) eski Yunanlılardan itibaren metafizik sistemi yönlendirdi. En önemli kıta düşünürlerinden Martin Heidegger savaş sonrası yazılarında hümanizme sırtını döndü. Bu yazılarında Heidegger yaşayan canlıların bir kaynak ya da rezerv olarak görüldüğünün altını çizer. Hayvanlar mekanize tarım üretimine tabidirler. İnsanın doğa ve diğer canlılar üzerindeki hakimiyeti konusunda Heidegger “ İnsan canlıların efendisi değildir. Oluşun çobanıdır” der. Heidegger için “gelassenheit” sözcüğü “insan varlıkları rahat bırakmalı” anlamına gelir.
Richard Ryder ardından “acıcılık” terimini ileri sürdü, bu da önemli bir kavram. Acıcılık, hayvanların sadece reflekslere göre yaşadığı, bilinç ve his sahibi olmadığı ve sırf bu yüzden acı hissetmediği nosyonuna karşı çıkar; hayvanların acı çekmediği iddiası bilim tarafından çürütülmüştür. En son bilimsel veriler balık, yengeç ve ıstakozların acı hissedebildiğini, yani his ve duygu sahibi canlılar olduğunu kanıtladı. Ryder acıyı şöyle tanımlıyor:”her türden ızdırap hissi ya da negatif bir deneyim, buna korku, stres ve sıkıntı ayrıca her türden bedensel acı da dahil. Adaletsizlik, eşitsizlik ve özgürlüğü kaybetmek doğal olarak acıya sebep olur. Acıcılığın önemli özelliklerinden birisi bireye odaklanmamız gerektiğidir; acı ve ızdırap yaşayan tür ya da ulus veya ırk değil, bireydir”.
Acıcılık bütün his ve duygu sahibi canlılara yönelik bir ahlâk kuramı için gerekli bir temel. İnsan olsun olmasın acı hissedebilen tek tek bütün birey canlıların ahlâki bir konumu olmalı. Her hayvan kendi acısını tecrübe eder; tavşanın, kuşun, fare ya da bir maymunun acısı tür farkına göre karşılaştırılmamalı, çünkü acı acıdır. Ryder’ın teorisinin ana noktası budur; çünkü “ bütün hayvan türleri acı ve stres yaşayabilir. Hayvanlar bizim gibi çığlık atar, acıyla kıvranır; onların sinir sistemleri bizimkine benzer, kendimizdeki acı deneyimiyle bağlantılı olduğunu bildiğimiz aynı biyokimyasalları içerir.” Bir ıstakoz canlı canlı kaynar suya atıldığı ve vücudu şiddetli sarsıntılarla sarsıldığında hayvanın büyük bir ızdırap içerisinde olduğunu biliriz. Bunu kendimiz de hayvan olduğumuz için bu kadar kolay bir şekilde biliriz.
Marks’tan sonra toplumsal değişim konusunda belki de en etkili düşünür olan Princeton profesörü Peter Singer acıcılık üzerine benzer bir görüş koyuyor ortaya. Singer insanlar dahil bütün hayvanların his ve duygu sahibi canlılar olduğunu; aynı menfaatleri, doygun bir yaşam sürme, acı çekme korkusundan ve ızdırap yaşamaktan uzakta yaşama arzusunu paylaştığını düşünüyordu; hayvanların çektiği acının “ insanların hissettiği acı ya da zevkten daha az önemli olduğunu“ öne sürmenin haksızlık olduğunu öne sürüyordu. Son zamanlarda yapılan çalışmalar insanların araşırmalarda hayvan modelleri yerine alternatifleri başvurma yönünde fikir belirttiğini koyuyor ortaya.
Ryder’ın acıcılık teorisine bir başka perspektif daha eklenebilir, bu da Fransız olgucu düşünür Maurice Merleau-Ponty tarafından ileri sürülen “vücut”un karnal felsefesidir. Aklın merkez olduğu insan vücudunun tersine hayvan vücudunun bir otomat olduğunu söyleyen Kartezyen düşünceye karşı Merleau-Ponty vücudun aslında aklın yuvası olduğunu söyler; ancak vücut aracılığıyla, duyusal/bilinçli merkez sayesinde insan etrafındaki dünyaya dahil olur, katılır. Merleau-Ponty’nin temelde bir insan inşası olarak işaret edilse de doğalcı vücut nosyonu bir yandan da bütün canlıların ortak paydası olan his ve duygu sahibi olma özelliğinin altını çizer. Bunu bir bağlama koymak gerekirse şöyle söyleyebiliriz: her vücut önemlidir. Her yaşayan canlının özerkliği tür evrimi için gerekli bir koşuldur. Her bir hayvan hayatta kalmayı garanti etmek için gereken kendi zekâsını özgür bir biçimde geliştirebilmelidir. Hayvanlar bir nesneye, bir mülke indirgenemezler; bu, Doğa yasasının ihlâl edilmesi anlamına gelir. Hayvan hakları; hayvan özgürlüğü ve hayvan bağımsızlığını restore etmeyi bir hedef olarak belirler.
-devamı var-
Çev.cem