Mira Fong
4. Ahlâki Haklar
Ahlâki haklar kavramı hayvan haklarının en temel argümanıdır. Hayvan hakları düşünürü Profesör Tom Regan hayvanların örneğin yiyecek ve barınak bulmak amacıyla gezinmesi ve dolaşmasının, kendi sosyal grubuyla bağlanarak iletişim kurmasının, onay görüp sevilmesinin ve en önemlisi acı çekmeden yaşayabileceği bir yaşama sahip olması anlamında çıkarlarının saygı görmesi gerektiğini söylüyor.
Bu yüzden hayvanlar ahlâki haklara sahiptirler. Kant’ın her insana bir araç değil de bir amaç olarak davranılması gerektiğini öne sürdüğü ahlâk teorisine benzer olarak, Regan, eşit ahlâki hakkın temelini oluşturan şeyin, her bir birey hayvanın kendisini bir özne olarak tecrübe etmesi ve faydalı olmasını aşan bir içsel öz değeri olması olduğun söyler; çünkü “her canlı bir yaşam öznesidir ve kendi kompleks öznel dünyasna sahiptir”. Regan şöyle bir mantık yürütür: “İnsan etiği bireyin bağımsız değerine dayanır: herhangi bir insanın ahlâki değeri o insanın diğerler insanların çıkarlarına nasıl faydalı olduğuna göre ölçülmez… hayvan hakları felsefesi işte bu mantığa saygı gösterilmesini talep ediyor”. Regan her bir hayvanın önemli olduğunun kabul edilmesini istiyor.
“Hayvan” sözcüğü kolektif bir kategori olup çoğu kez sanki insanlar hayvan kategorisinin bir parçası değilmişçesine aşağılayıcı bir mana ifade eder. Fransız dekonstrüksiyonisti olan Jacques Derrida böylesi bir kolektif terimin boş ve anlamsız olduğunu, çünkü çeşitli hayvanlar ve türler arasında büyük farklar ve her bir hayvanın kendine özel bir kişiliği olduğunu düşünüyordu. Derrida’nın sözleri her canlının his ve duyguları olan bir özne olduğunu söylemesi açısında Regan ile uyum halindedir.
Farklı bir perspektiften, Richard Ryder hayvanların ahlâki haklarını moral kontinyum kavramına dayandırarak öne sürer: “ Darwin’den itibaren bilim adamları insanlar ve diğer hayvanlar arasında biyolojik manada böyle sihirli , hayati önem taşıyan bir fark olmadığı konusunda hemfikir olmuştu, o zaman neden ahlâken böylesine büyük bir ayrım uyguluyoruz? Eğer bütün organizmalar tek bir fiziksel kontinyumun/süremin parçası ise o zaman hepimiz aynı ahlâki süremin de bir parçası olmalıyız.” Hayvanlara ahlâki hakların tanınması, hayvanların zarar görmeme ve hayatlarını kendi doğal çevrelerinde özgürce yaşama hakkını savunan hayvan hakları hareketinin manifestosudur. Ahlâki hak kavramı, hukuk ve etik birbirinden ayrı görülemeyeceğinden politik süreç aracılığıyla hayvanlara yasal bir statü kazandırılması için gereklidir.
Gene de insanlar ve hayvanlar arasında çeşitli farklılıklar vardır; örneğin insanların tarih duygusu, kültürel/ulusal kimliği ve kendi ölümlülüğüne dair farkındalığı vardır. Ancak Peter Singer zevk ve acı hissetme kapasiteleri olduğu için hayvanlara bir araç olarak davranılmaması gerektiğini ileri sürer. Singer’in ahlâk teorisi “menfaatlerin eşit şekilde göz önüne alınması” kavramıyla açıklanır.
Hesaplamacı faydacılık teorisine dayanarak Singer etik kriterinin ahlâken bir önem taşıyan canlıların çoğunluğunun en fazla mutluluğu koşuluna göre belirlenmesini önerir. Kant’ın ahlâki sorumluluk teorisinin tersine faydalanmacı duruş eylemin arkasındaki niyetten çok eylemin sonucuna yoğunlaşır. Singer şöyle açıklıyor: ”kararımdan etkilenen herkesin menfaat ve faydasını dikkate almalıyım. Bunu yapabilmem için bütün menfaatleri birbiriyle dengelemem ve ona göre uygun eylemi hayata geçirmem gerekiyor”. Örneğin fabrika çiftçiliğinin yasaklanması çevre, insan sağlığı ve hayvanların esenliği için en büyük oranda bir menfaat ve fayda sağlar. Singer şöyle devam ediyor: “eğer bir canlı acı çekiyorsa , o acıyı dikkate almayı reddetmek ahlâken meşru görülemez. Eşitlik ilkesi o acının başka bir canlının acıyışıyla eşit olarak kabul edilmesini gerektirir.”
Hayvanlara ahlâki hakların tanınması konusundaki en taviz vermeyen seslerden birisi de ünlü hukuk profesörü Gary Francione’dır. Francione bir ABD üniversitesinde hayvan “hakları” dersi veren ilk isimdi. Prof.Francione’ın dile getirdiği gibi hayvan haklarının temel bakışı şudur:” bir hayvanın acı çekmeden özgürce yaşama hakkı, bir insanın acı çekmeden özgürce yaşama hakkı kadar önemlidir”. Bütün canlıların içsel değeri vardır; ve insan türünden olmayan canlıların en temel hakkı “bir eşya/mülk gibi muamele görmeme” hakkıdır. Hayvanlar insanların bir çok hakkı hayvanlarla ilgisiz olsa bile insanlarla aynı statüyü paylaşır. “Animals as Persons” adlı kitabında Francione hak nosyonunu insanların temel hakkı ya da ön-yasal hakkı olarak ifade eder. Bununla beraber Francione etik veganizmi hayvan özgürlüğü hareketi için yaşamsal öneme sahip bir politik aktivizm olarak savunur.
İnsan ve hayvanlar dünyayla mental ve duyu bilişleri aracılığıyla bağ kuruyor. Bütün his ve duygu sahibi canlıların ahlâki haklarının tanınması hepimizin kültürel/tür önyargıları ve ekonomik çıkarlar tarafından etkilenen kişisel alışkanlıklarımızı ve inanç sistemimizi gözden geçirmemizi gerektiriyor.
5. Modern Tımarhanede Et
Biz insanlar evrenden dünyadaki yaşamın kaynağına dek herşeye karşı doyumsuz bir merak duyuyoruz. Bir balina, yunus ya da başka yaralı bir hayvanın kurtarıldığını TV’de gördüğümüzde mutlu oluyoruz. Ama laboratuar ya da gıda hayvanlarının içinde bulunduğu koşulları tartışmaya sıra gelince onların acılarına gözlerimizi yumuyoruz. Hatta medya bile (ki medya aslında devlet ya da şirketler tarafından yönetiliyor) kasıtlı olarak insanların iştahına zarar gelmesin diye et ve süt endüstrilerinin ardındaki korkunç gerçeği gizliyor. İnsan gıdası olarak etkiketlenen hayvanlarla aramızdaki ilişkinin mesafesi dilsel dönüştürmelerle stratejik olarak yaratılıyor (yaşayan canlılara burger, peynir, pirzola vb. olarak isimler veriliyor) böylece onlara dair hislerimiz önlenmiş oluyor. Her ne kadar vücudu parçalanmış bir canlıdan alınarak düzgünce paketlenmiş olsa da her bir et parçası bir zamanlar bir yüzü, dehşeti görebilen gözleri, çığlıkları duyabilen kulakları, ölümü koklayabilen bir burnu olan his ve duygu sahibi bir canlının parçasıdır gene de. İronik olarak, kedi ve köpek gibi duygusal bağlar kurduğumuz hayvanlar kardiyoloji, nöroloji ve onkoloji dahil yalnızca insanlara özgü sandığımız tıbbi bakımlara ulaşabiliyor.
Ancak ev hayvanı/evcil hayvan olmayan hayvanlar yoğun esaret koşullarında bir cehennemde yaşamaya mahkûmlar. Bu hayvanlar arasında domuzlar, tavuklar, ve hindiler ( her bir tavuğa ayrılan yer bir dizüstü bilgisayar ebatında) daha korkunç bir muamele görüyor, süt endüstrisi ise et endüstrisinden daha az gaddar değil Yoğun fabrika çiftçiliği, her anlamıyla bir toplama kampı gibi rutin bir şekilde hayvan soykırımı uyguluyor ve yönetiyor. Bu hayvanların işlediği yegâne suç tanrımsı bir türün onların etinin tadından hoşlanıyor olması. Bu çeşit tür önyargıları ırkçılıktan farklı değildir. Sosyal kuramcı Theodore Adorno “Auschwitz bir insan bir mezbahaya bakıp “ama onlar hayvan” diye düşündüğü zaman başlar“ şeklinde bir yorum yapmıştı bu konuya dair.
Bugünlerde insanlar internette fabrika çiftçiliği üzerine bir çok bilgi bulabilir, bu yüzden onları burada tekrar etmeyeceğim. Bu tür endüstriyel çiftçiliğe karşı sesini yükselten bir çok akademisyen, entelektüel ve gazeteci var. Ses getiren protestolardan biri Matthew Scully’nin “Dominion” adlı kitabı olmuştu. Scully önemli bir korumacı gazeteci. Kitap bütün hayvan zulümlerinin kapsamlı bir sorgusu gibi. Scully’nin insanlara sorduğu soru şu: “ anlı şanlı insanoğlu içinde canlıların sürünüp kaldığı leş kokulu o cehennem deliğine , ve kendi vahşi yüreğine bakıp hayvanların ızdırabını kavrayabilir mi? Kavramakla kalmayız sadece- bu bizim en korkunç kâbusumuz aynı zamanda”. Scully’nin mesajında ahlâki bir aciliyet söz konusu: “insanı insan yapan şey, onun, bir hayvanın çektiği acıların onun etini/sütünü vb tatmaktan daha önemli olduğunu anlama kabiliyetidir”.
Scully kitabında Virginia şirketine ait bir fabrika çiftliğine yaptığı ziyareti detaylarıyla anlatıyor. Smithfield dünyanın en büyük domuz üreticisi (hayvan yetiştirmekten et paketleme tesislerine, reklâma dek). Burada hayvan çiftlikleri çiftlik değil, bunlar toplama kamplarına benzeyen, ve yalnızca numaralarla kimliklendirilmiş metal ve betondan depolar. His ve duyguları olan canlılara bir tarım ürünü gibi davranılıyor. Numaralandırılmış bu binalar kelimenin her anlamıyla korkudan, sıkıntıdan, depresyondan ve histeriden dolayı delirmiş, masum ve akıl sahibi hayvanların içeri tıkıldığı bir tımarhaneden başka bir şey değil. Bu hayvanlar kafeslere tıkılmış, yerlere zincirlenmişler, oturup tanrılarını gördüğü an çığlık atmaktan başka bir şey yapamıyorlar. Dahası, bu narin canlılar için yaşadıkları her bir dakika “ oradan ölmek dışında çıkmaları mümkün olmamak, yere uzanamamak, sağa sola dönememek, kapının her açılışında dehşete kapılmak, etrafı ısırmak, dövüşmek ve artık delirmekten başka seçeneği olmamak” anlamına geliyor.
İneklerden, tavuklardan veya hindilerden gelen toksik dokular ve hücrelerin sindirimi de insan sağlığında yaşanan bozulmadan sorumlu. Fabrika çiftçiliğinde yaşanan aşırı kalabalık ortamlar bir çok ilaca direnç gösteren bakteri ve virüs için bir üreme ortamı oluşturuyor. Bu hayvanlara sürekli büyüme hormonu, antibiyotik ve pestisit veriliyor. Domuzlara ayrıca ölmüş domuzlardan kalanlar yediriliyor. Son çalışmalar bu hayvanlarda sürekli GDO’lu soya fasulyesi ile beslenmeleri nedeniyle gastrit görüldüğünü ortaya koyuyor. GDO’lu yiyeceklerin hayvanların bağışıklık sistemine, böbreklerine ve üreme işlevlerine bir çok olumsuz etkisi var.
Cornell Üniversitesi Besin Biyokimyası’ndan profesör Dr. Colin T. Campbell’a göre ete dayalı beslenme biçimleri bir çok hastalığın bir numaralı sebebi. Hayvan ürünlerini tüketme konusunda 30 senedir yaptığı araştırmaların sonucunda Dr. Campbell hayvan ürünleri tüketmenin hasta hayvanlardan hasta insanlara ve hasta bir çevreye şeklinde devam eden şeytani bir döngü yarattığını söylüyor. İronik olarak fabrika çiftçiliği endüstrileri federal hükümetten milyonlarca dolarlık devlet desteği almaya devam ediyor. Aslında çeşitli eyaletlerde fabrika çiftliklerindeki hayvan zulümlerini kaydetmeyi yasadışı ilân eden ag-gag yasaları yasalaştı. Yasa ahlâken temeli çürümüş bir kapitalizmin kamuoyundan dehşet verici rutin çiftlik olaylarını gizleyerek zengin endüstrilerin menfaatlerini korumaktan ve böylece hayvan soykırımını yasallaştırmaktan başka bir şey yapmıyor.
Doğada avcı hayvanlar avlarını kısa bir saldırıyla öldürür. Bu hayvanlar hayatta kalmak için öldürürler, zevk olsun diye değil. Bunun zıddı olarak insanlar hayvan ürünlerini sadece iştahları ve keyifleri için tüketiyor. Her yıl küresel olarak 48 MİLYAR hayvan öldürülüyor. Bu rakam insan nüfusunun 8 katı. Oldukça gelişmiş eko-biyoçeşitliliğin, milyarlarca çiftlik memelisini katlederek yalnızca aşırı kilo alıp aşırı kalabalıklaşmış insan primatının yükünü taşımak için varolduğunu söylemek hayli zor.
6. Politik aktivizm olarak veganizm
Veganizmi anlayan ve destekleyen Michael Pollan “ vejetaryenlere saygım sonsuz. Onlar çoğumuzun önündeler. Yiyecek seçimlerinde gerekli düşünme süreçlerini başarıyla tamamladılar onlar” diyor. Bugün yiyecek seçimlerimiz büyük öneme sahip; insan ya şefkati ya da zulmü seçiyor. Kampanyalar aracılığıyla yürütülen bir toplumsal aktivizm olarak veganizm hem şefkati hem de şiddete başvurmamayı savunuyor. Budizm gibi veganlar da şefkat ve merhameti, şiddete başvurmamayı ve et, süt, yumurta ve deniz ürünleri gibi hayvan ürünlerinden uzak durmayı gerektiren sıkı bir beslenme biçimini seçiyorlar. 50 yıl kadar önce endüstriyel çiftçiliğin gelişmeye başlamasıyla beraber vegan beslenme biçimi artık etik bir zorunluluğa dönüştü. Bir vegan kurumsal hayvan sömürüsüne katılmayı reddederek bir duruş sergilemiş oluyor.
Veganizmin önemli yönlerinden biri de vegan anarşizmdir. Bu ideoloji 1995 yılında popüler bir hal aldı ve hayvan hakları/dünya özgürlük hareketiyle benzer hedeflere sahip bulunuyor. Vegan anarşizm küresel fabrika çiftçiliğine doğrudan kapitalizme bağlı bir olgu olarak bakar. Vegan anarşistler hayvan özgürlüğünü insan özgürlüğünün bir uzantısı olarak görür. Onların amacı hem insanları hem hayvanları politik ve ekonomik baskılardan özgürleştirmektir. Veganlar ve anarşistler beraber kapitalist ekonomi politikasına karşı ortak bir duruş oluşturur. Örneğin çokuluslu şirketlerin oligarşisi merkezî hükümetin içine sızmıştır, onun gıda politikalarına doğa tarım ürünlerinin Franken-gıda ürünleriyle değiştirilmesi şeklinde total bir hakimiyet sergilemektedir. Bir biyoteknoloji devi olan Monsanto çiftlik hayvanlarının genetik mühendisliğini savunarak bu canlıların akla hayal gelmedik fiziksel/psikolojik rahatsızlıklar yaşamasına sebep oluyor. Genetik olarak manipüle edilen domuzlrın patentinin alması ise nerdeyse gerçekleşmek üzere.
Vegan çevreciler için fabrika çiftçiliği dünyadaki en kötü ve yıkıcı pratiklerden birisi; çünkü fabrika çiftçiliği hem sürdürülebilir bir özellik göstermiyor hem de iklim değişikliğine ciddi darbeleri var. Et endüstrileri tarafından üretilen nitröz oksit ve metan gazı, küresel ısınmaya ve buzulların erimesine yol açan sera gazı salınımında en büyük etkenlerden biri. Çiftlik hayvanlarının dışkılarından oluşan metan gazı ısıyı kıstırarak sıcaklığın artmasına sebep oluyor. Raporlara göre 2,500 inekten oluşan bir mandırada 411,000 insanın yaşadığı bir şehirdeki kadar dışkı üretiliyor. Bilim adamları insanların sebep olduğu sera gazının 2 milyon içerisinde en yüksek orana ulaştığını kanıtladı.
Veganizmi yaymak için bir diğer sebep de dünya nüfusunun artmasının beklenmesi, bu da et üretimine olan talebin insanlar hem gezegen hem de kendi sağlıkları için bitki temelli bir beslenme biçimine geçmedikçe artacağı anlamına geliyor.
Kültürümüzde hayvan ürünlerinin böylesine yoğun şekilde tüketilmesi, Peter Singer’ın deyişiyle temelde bir alışkanlıktır: “katledilmiş hayvanların vücut parçalarını her gün yiyen insanlar yanlış bir şey yaptıklarına inanmakta zorlanıyor, başka ne yiyebileceklerini hayal bile edemiyorlar”.
İnsanların proteine ihtiyacı olduğu bahanesini desteklemek için kesinlikle hiçbir sebep yok. Örneğin, Asya’da birçok Budist vegan bir diyetle besleniyor ve sağlıklı bir hayat yaşıyor. Şefkatli beslenme denen şey binlerce yıldır uygulanıyor aslında. Mahayana geleneğinde en önemli ruhsal pratik kişinin kendi özgürlüğünün peşinde koşması değil, empati kurması, yani kişinin kendini sanki acı çeken kendisi imiş gibi başkasının yerine koyması ve onları kurtarmak için elinden geleni yapmasıdır. Burada ana mesele bizim yiyecek seçimlerimizin (özellikle de hayvan ürün olan yiyecek seçimlerimizin) temelde yanlış yönlendiriliyor olması. Bizler ticari menfaatler tarafından manipüle edilen yiyecek çeşitlerini bir ihtiyaç gibi görme hatasına düştük. Bu türden yeme alışkanlıkları bedenlerimizde karmaşa yaratarak kronik gastrit ve çeşitli barsak hastalıklarına yol açar, sindirim sistemimizin bütünlüğü ve işleyişini bozar.
Türümüzde görülen pek alışılmadık olgulardan biri, insan türününü gezegende obeziteden dolayı sıkıntı tek tür olması. Bu yüzden her sağlık dergisi nasıl kilo verileceğine dair bir takım öğütler veriyor. Diğer hayvanların evcilleştirilmesi de dahil tarım gelişmeden önce türümüzün doğal beslenme biçimi neydi? Primat kuzenlerimizden öteye bakmaya hiç gerek yok.
En yakın akrabalarımız olan şempanzeler ve goriller büyük oranda vejetaryendir. Bu hayvanlar güçlü fiziklerini bitki temelli beslenerek sağlıyorlar. Onların yiyecek kaynaklarının %98’i tohumlar, çiçekler, yapraklar, ağaç kabukları ve sosyal böcekleri yemekten oluşuyor. İnsanlar diğer primatlara ne kadar yakınlar? Araştırmacılar insan genomunun yaşayan en büyük primat olan gorillere oldukça benzediğini kanıtladı. Ancak süpermarketlerimiz ve restaurantlarımız obeziteyle ilgili hastalıklara katkıda bulunan çeşitli hayvan ürünleriyle dolup taşıyor.
-devamı var
Çev.Cem